Fıkıh | Konular

Kiyasin delil (huccet) olusu;

Kıyas, temelde akıl ve mantık metodu olduğu halde,
bazı hukukçuların çoğunluktan ayrı görüş öne
sürdükleri görülür. Islâm hukukçularının kıyas
hakkındaki görüşleri üçe ayrılır:



a) Kıyasa büyük bir önem vererek onu huccet kabul edenler.
Ebû Hanîfe (ö.150/767), imam Şafii (ö.204/ 819), imam Mâlik
(ö.179/795) ve bunları izleyenler örnek verilebilir.


b) Kıyası yetersiz görerek, ona ancak zorunlu hallerde başvuranlar.
Buna, Ahmed b. Hanbel (ö.241/855) örnek gösterilebilir.


c) Kıyası tamamen reddedenler. Zâhirîler ve Şiiler
bu gruba girer.



Ayet ve hadislerin sınırlı, hayat olaylarının
ise sonsuz olduğu ve her olayın bir hükme bağlanması
gerektiği gözönüne alınırsa, bu yeni meseleleri çözmek
için kıyasa başvurmaktan başka bir çare olmadığı
anlaşılır. Kıyas, bir delil kabul edilmediği
takdirde bir çok yeni meseleyi çözmek mümkün olmaz. Nitekim Hz.
Ömer, Kadı Ebû Musa el-Eş'arî'ye (ö.44/664) yazdığı
ünlü mektubunda; "birbirine benzer şeyleri iyice tanı ve
ona göre meseleleri kıyas et." (es-Serahsı, el-Mebsût,
Kahire 1324-1331, XVI, 62, 63; Ibn Kayyim, I'lâmü'l Muvakkı'in,
Delhî 1313-1314, I, 30) diyerek, kıyasın bir delil
olduğunu ifade etmiştir. Ebû Hanîfe'nin üstadı, Hammad
b. Ebı Süleyman'ın (ö 120/738) kendisinden fıkıh
ilmi aldığı Ibrahim en-Nehaî (ö.95/714); "Ben bir
hadisi ezberliyorum, sonra da ona yüz şeyi kıyas ediyorum"
(Hamdi Döndüren, Delilleriyle Islâm Hukuku, Istanbul 1983, s.52) demiştir.


Kıyası delil olarak kabul eden çoğunluk hukukçular
Kur'ân ve Sünnete dayanır.


Kur'ân'da şöyle buyurulur: "Ey iman edenler, Allah'a itaat
edin, Peygamber'e ve sizden olan yöneticilere (ulü'l-emr) itaat edin. Eğer
bu şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, Allah'a ve
Peygamber'e inanıyorsanız, onu Allah'a ve Peygamber'e havale
edin" (en-Nisa, 4/59). Bir şeyi Allah'a ve Peygamber'e havale
etmek, Kitap ve Sünnetin amaçlarını tam olarak bilmekle olur.
Bu da Kur'an ve Sünnetin illetine dayanır ki, o da
kıyastır. Kur'ân, birtakım hükümlerin illetine yer
verir. Nitekim, kısas'ın hikmeti zikredilirken;
"Kısasta sizin için hayat vardır" (el-Bakara, 2/179)
buyurulmuştur. Hz. Peygamber'in, oğulluğu Zeyd bin Hârise'den
boşanmış olan Zeyneb (r.anhâ) ile evlenişinin sebebi
şöyle açıklanır: "Mademki, Zeyd, Zeyneb'le
ilişiğini kesti, onu seninle evlendirdik ki,
evlatlıkları eşleriyle ilgilerini kestiklerinde,
onların bu eşleriyle evlenmeleri hususunda mü'minlere bir
zorluk olmasın" (el-Ahzâb, 33/37).


Sünnet de hükümlerin illetine işaret etmiş ve bir
kısım hükümlerin illetlerini açıklamıştır.
Meselâ; başkasının evine izinsiz girmeyi yasaklayan
âyette şöyle buyurulmuştur: "Ey iman edenler, kendi
evlerinizden başka evlere, sahiplerine seslenip selâm vermeden
girmeyiniz. Eğer düşünürseniz, bu sizin için daha
iyidir" (en-Nûr, 24/28, 29). Hz. Peygamber burada, başkasının
evine girerken izin istemenin illetini; "Izin ancak göz için
emredilmiştir" hadisiyle açıklamıştır (Buhârî,
Diyât, 23; Libâs, 75).


Hükümlerde kıyasın sübûtu üzerinde ashab-ı
kiramın ittifakı (icmâ') vardır. Meselâ; Hz. Ebû Bekr
(ö. 13/634), miras konusunda, ölenin babası bulunmayınca,
babanın babasını (dede), baba hükmünde saymıştır.
Çünkü, dedede babalık anlamı vardır. Ibn Abbas (ö.68/687)
da dedeyi oğlun oğluna kıyas etmiştir (Ebû Zehra,
a.g.e., 223, 224). Bazı sahabîler Ebû Bekr'e (r.a) bey'at ederken,
namaz imamlığı ile Devlet
başkanlığını (hilâfet, imâmet-i âmme) Kıyas
ederek şöyle demişlerdi: "Peygamber (s.a.s) O'nu din
işimizde imam tayin etmiştir. Öyleyse biz O'nu, dünya işimizde
niçin imam tanımayalım ?" (es-Serahsı, Usûl, Kahire
1372-1373, II, 131, 132; Ibn Kayyim, I'lâm, Kahire 1325, 1326, I, 253).


Kıyası Kabul Etmeyenler ve Delilleri:


Kıyası kabul edip etmemenin temelinde hükümlerin illeti
problemi yatar. Kıyası kabul edenlere göre, şer'i hükümlerin
illetleri, akıl ile kavranabilen anlamları ve bir
kısım amaçları vardır. Bir illet ve amaçlar, hakkında
nass bulunmayan konularda da gerçekleşirse, nass'ın hükmü bu
benzer meselede de sabit olur. Kıyası tanımayanlara göre Kıyas,
Islâmî bir huccet değildir; nass'ların illetleri
bilinemeyeceği için, hüküm onların dışındaki
konuları kapsamına almaz.


Rey ictihadını, Kıyası, sahabe ve tâbiûn
fetvâlarını hüküm kaynağı olarak kabul etmeyenlerin
başında zâhirîler gelir. Bunların önemli temsilcileri
Ibrahim en-Nazzânî (ö. 231/845), Mu'tezile'den Ca'fer b. Harb
(ö.236/850), Ca'fer b. Mübeş-Şîr (ö.234/848), Muhammed b.
Abdillah el-Iskâfî (ö.240/854) ile ehl-i sünnetten Dâvud b. Alî
ez-Zâhiri (ö.270/883) dir.


Üçüncü hicrî asırda doğuda Hanbelî mezhebinin yerini
tutmuş bulunan Zâhiriye mezhebi daha sonra Endülüs'e intikal etmiştir.
Buradaki temsilcileri Münzir b. Saîd el-Bellûtî (ö.355/966), oğlu
Saîd b. Münzir (ö.403/1012), Ibn Hazm'ın hocası Mes'ûd b.
Süleyman (ö. 420/1029) ve ibn Hazm (ö. 456/1063) dır (Şah
Veliyyullah, Huccetullah, Mısır 1966, I, 319, 340, II, 62; Ebû
Zehra, Ibn Alazm, Kahire, t.y., s.267-274).


Zâhirîlerin hüküm kaynakları şunlardır: Âyet ve
hadisin nass'ı, Hz. Peygamber'den sahih olarak bize gelmiş fiil
ve ikrar, hakkında hiç bir ihtilaf bulunmadığı kesin
olarak bilinen icmâ ile bu nass veya icmâa dönen delil (Ibn Hazm,
el-Ihkâm, Nşr., Ahmed Muhammed Şakir, Mısır, t.y.,
s.931).


Kıyası reddedenlerin dayandığı deliller:



a) Âyet ve hadislerin nass'ları, hâdiselerin hükümlerini
farz, sünnet, mendub, haram, helal veya mübah olarak belirlemiştir.
Farz, sünnet, haram veya mekruh kılınmayan her şey mübahtır
(bk. el-Bakara, 2/29; el-Mâide, 5/101). Bu yüzden Kıyas ve reye
dinde yer yoktur.


b) Şu âyetleri de delil getirirler: "Ey iman edenler,
Allah ve O'nun elçisinin önüne geçmeyin..." (el-Hucurât,
49/1). "Allâh'ın indirdiği ile aralarında hükmet"
(el-Mâide, 5/49). "Biz, Kitap'ta hiçbir şeyi eksik
bırakmadık " (el-En'âm, 6/38). "Her şeyi açıklamak
için sana Kitab'ı indirdik" (en-Nahl,
16/89)."Hakkında bilgi sahibi olmadığın
şeyin ardına düşme" (el-isrâ, 17/36) (es-Serahsî,
Usûl, Beyrut ty., II, 119 vd.).


Bu âyetler dikkatlice incelendiğinde, Kıyas'ın
aleyhine bir sonuca varılamaz. Çünkü ilk âyette yasaklanan
husus, Allah'a ve Peygamberine itaatsizliktir. Ikinci âyette, Allâh'ın
indirdiği Kitap ile hükmedilmesi istenmektedir. Kur'ân'da açıklanmamış
olan meselelerin ictihad yoluyla çözümlenmesi gerekir ki, kıyas
da bu yollardan birisidir. Üçüncü âyette "Kitap"tan
maksat ilâhı ilimdir. Diğer yandan Kur'ân'ın her
şeyi açıklamak için indirilişi, genel ve küllî
prensipler koymak içindir. Hakkında bilgi sahibi
olmadığımız şevin ardına düşmeyi
yasaklayan son âyet ise inançla ilgilidir (Yunus, 10/209; el-Hucurât,
49/12). Çünkü, amelî konularda gâlib zanla hüküm verilebilir.
Şer'î nass'lardan çoğunun delâleti zannî olup, bunlardan
çıkarılan hükümler ictihada dayanmaktadır Abdulvehhab
Hallâf, Mesadır, Kuveyt 1970, s.35 vd.).


c) Sünnet; Hz. Peygamber'in böyle dediği nakledilmiştir:
"Bu ümmet bir süre Allah'ın Kitabı ile amel eder, bir süre
O'nun elçisinin sünnetiyle, bir süre de rey ile amel eder. Rey ile
amel ettiği zaman onlar hem kendileri sapar, hem de
başkalarını sapıtırlar" (Suyûtî,
el-Câmiu's-Sağlîr, Feyzu'l-Kadir ile birlikte, Mısır
1938, III, 256).


Bu hadis, kıyası reddetmek için yeterli değildir.
Çünkü, Ibnü's-Sübkî (ö.771/1369), hadîsin bazı râvilerinin,
Ibn Maîn tarafından tekzib edildiğini ileri sürerek, bu
hadisin delil olamayacağını söylemiştir (Hallâf,
a.g.e., s.38). Ebû Zür'a da (ö.282/895), bu hadisin zayıf
olduğunu ileri sürmüştür (el-Münâvî, Feyzü'l-Kadir, Mısır
1938, III, 256).


d) Hz. Ömer'in; "Kıyas'tan sakınınız"
(Dârimî, Sünen, Dımaşk 1349, I, 66) sözünü, O'nun kadılarını
ictihad ve kıyasla hüküm vermeye teşvik etmesi
karşısında, amaca uygun bir şekilde anlamak gerekir.
Nitekim yine Ömer (r.a) bu sözünü böyle açıklamıştır:
"Rey sahiplerinden sakınınız, çünkü onlar dinin
düşmanlarıdır Hadisleri öğrenip ezberlemekten
âciz kaldıkları için rey ile söz söylerler ve böylece hem
kendileri saparlar, hem de başkalarını
saptırırlar" (es-Serahsî, a.g.e., II, 121). Bu duruma
göre Hz. Ömer, Alî ve Ibn Abbas gibi sahabelerden rivâyet edilen kıyas
aleyhindeki sözleri, meselelerin hükümlerini Kitap ve Sünnet'te araştırmaksızın
yapılan kişisel görüş ve kıyaslarla ilgili olarak
değerlendirmek gerekir. Çünkü rey ve kıyasa çokça başvuruları
lrak ekolünün oluşmasında büyük etkisi olan Abdullah b.
Mes'ud (ö.32/652), Hz. Ömer (ö.23/643) ve Hz. Alî b. Ebî Tâlib
(ö.40/660) kıyas ehli idiler. Diğer yandan Irak yöresine
ilim yayan Ibn Mes'ud'un, hemen hemen hiçbir meselede Hz. Ömer'e
muhalefet etmediği nakledilir (Ibn Kayyim, I'lam, I, 16, 17, 20,
21).


Sonuç olarak, kıyası tanımayan zâhirîler, nass'ların
illetini dikkate almadıkları için çeşitli hükümlerde
çelişkilere düşmüşlerdir. Sözgelimi onlar, nass
bulunduğu için insan idrarının pis olduğunu; domuz
bevlinin ise, hakkında nass bulunmadığı için temiz
olduğunu, yine aynı sebeple köpeğin salyasının
pis ve bevilinin temiz olduğunu kabul etmişlerdir. Eğer
onlar nass'ların metni yanında, ruhu üzerinde de düşünselerdi
bu çeşit çelişkilere düşmezlerdi (kbû Zehra, a.g.e.,
s.227).


Kıyasın Rükünleri:


Kıyas; hakkında nass bulunmayan bir meselenin hükmünü,
aralarındaki ortak illet dolayısıyla, hakkında nass
bulunan meselenin hükmüne bağlamak, şeklinde tarif edilince,
buradan dört rukün ortaya çıkmaktadır. Asl, fer', hüküm
ve illet.


a) Asl (el-asl): Fer'in kıyas edildiği hükmün dayandığı
delile, başka bir deyimle, hakkında doğrudan hüküm
bulunan konuya "asl" denir. Bu asl; nass (âyet-hadis) veya
icmâ olmaktadır. Çünkü icmâ'ın senedi, yani hukukî
dayanağı da genel olarak nass'tır. Meselâ; âkıl, bâliğ
ve reşîd bir kızın kendi malı üzerinde tam
velâyet hakkına sahip olduğu icmâ ile sabittir. Buna kıyas
yapılarak, böyle bir kız, evlenme konusunda da serbest olup,
rızası dışında zorla evlendirilemez (Ebû
Zehra, a.g.e., s.228-229). Kıyasla sabit olan bir hükmün, yeni
bir kıyas için asl olup olamayacağı Islâm hukukçuları
arasında tartışılmıştır. Çoğunluğa
göre; kıyas, başka bir kıyas için asl olamaz. Çünkü,
ikinci kıyasın illeti ile, birinci kıyasın illeti
aynı ise, kıyas ilk asl'a dayalı olarak
yapılmış sayılır. Illetler farklı ise,
ikinci kıyas geçersiz olur.


Mâlikîlere göre ise, kıyas üzerine kıyas geçerlidir.
Mâlikî hukukçu Hafîd ibn Rüşd (ö.520/1126) bu konuda şöyle
der: "Fer', hükmü bilinince asl olur ve ondan elde edilen başka
bir illet dolayısıyla yeni bir mesele ona kıyas
yapılabilir. Ikinciye, hükmü sabit oluncaya kadar
"fer"' adı verilir. Bu ikinci meselenin de hükmü sâbit
olunca, ortak illet göz önüne alınarak, başka bir mesele de
buna kıyas yapılabilir. Kısaca; Kitap, Sünnet ve Icmâ'
delillerinden birisine kıyas mümkün olmazsa, bunlara dayanan kıyas
üzerine de kıyas yapılabilir. Bu konuda Imam Mâlik
(ö.179/795) ve arkadaşları görüş birliği içindedir"
(Ebû Zehra, Usûlü'l-Fıkh, Kahire, ty, s.220-221).


b) Fer': Bu, asl'a kıyas yapılarak hükmü belirlemek
istenen meseledir. Fer'in kıyas konusu olabilmesi için iki
şart vardır:



1) Fer'in hükmünün nass veya icmâ ile belirtilmiş
olmaması gerekir. Çünkü hakkında nass bulunan bir konuda
kıyasa ihtiyaç kalmaz. Ancak bazı Hanefî ve Mâlikî
hukukçuların, âhâd haber (tek ravinin naklettiği hadis)
ve zannî delillerden ibaret nass'lar bulunduğu halde kıyasa
başvurdukları olmuştur. Bu, aslında âhâd haberi
zayıf sayma veya kıyas yaparken zannî delili tahsis etme
esasına dayanır.


2) Asıl hükmün illeti ile fer'in illetinin ortak olması
gerekir. Meselâ; şarabın yasaklanma illeti sarhoş etme
özelliği olunca, sarhoş edici her içkinin şarap hükmünde
sayılması kıyasa dayanır. Eğer bir şey
sarhoş edici özelliğe sahip olmadığı halde,
kişinin bünyesinden kaynaklanan bir sebepten dolayı
aklın gitmesine sebep oluyorsa, o şeyin
kullanılması haram olmaz. Çünkü illette ortaklık
yoktur. Şeker hastasına bazı gıdaların zarar
vermesi hatta onu komaya sokması buna örnek verilebilir. Burada,
genelleme yoluna gidilmeksizin, yalnız bu kimseye mahsus
yasaklama olabilir.



c) Hüküm: Hakkında nass veya icmâ bulunan şeydir. Bunun
kıyas yoluyla asl'dan fer'a geçmesi için iki şartın
bulunması gerekir.



1) Hüküm, şer'i ve ameli olmalıdır. Kıyas,
yalnız ameli hükümlerde olur. Çünkü fıkhın genel
olarak konusu bu hükümlerdir.


2) Hükmün anlamının akıl ile kavranabilir
nitelikte olması gerekir. Yani onun meşru oluş sebebini
akıl kavramalı veya âyet ya da hadis bu sebebe işaret
etmiş bulunmalıdır. Meselâ; içki, kumar, murdar
hayvan eti, hırsızlık gibi yasakların hikmetini
akıl kavrar. Fakat teyemmüm, namazın rek'atlerinin
sayısı veya namazın kılınma şekli gibi
illeti akılla bilinemeyen hükümlerde kıyas söz konusu
olmaz.




Buna göre Islâm hukukçuları hükümleri; taabbûdî ve manası
akıl ile kavranabilen hükümler olmak üzere ikiye ayırmışlardır.
Meselâ; hacla ilgili ibadetler taabbûdî olup, bunların illetini
bilme imkânı bulunmaz. Şüphesiz bunların hikmet ve
faydaları vardır. Mânası akılla kavranabilen hükümlerde
ise illetleri insan aklı kavrar ve bunlarda kıyas cereyan eder.


Ebû Hanife'ye göre dini nasslardaki hükümlerin hepsinin anlamı
akılca kavranabilir ve illetleri anlaşılabilir, ancak
taabbudi olduğuna dair delil bulunanlar bundan müstesnadır
(Zehra, a.g.e., s.233, 234).



d) Illet: Sözlükte; mevcut durumu değiştiren şeye
"illet" denir. Hastalığa da illet denmiştir,
çünkü, kişi bedeninde değişiklik meydana
gelmiştir. Bir hukuk terimi olarak illet, mevcut durum ve hükmü
değiştirmeye, mübah olan bir şeyi yasaklamaya veya yasak
olan bir şeyi mübah kılmaya sebep olan şeydir. Illet
aynı zamanda âyet ve hadislerin mânâ ve gayesidir. Fıkıh
usûlünde şer'i illetlere "kıyas", "delil' ve
"nazar" adı da verilir.


Illetle, sebep ve hikmet birbirinden farklı terimlerdir. Bir hükmün
illeti o hükmün bağlı olduğu ve kendisine bina
edildiği şeydir. Hükmün bağlı olduğu şey
akıl ile kavranabiliyorsa buna illet, akıl tarafından
kavranamıyorsa buna da sebep adı verilir. Meselâ; vaktin
girmesi, namazın farz olması için bir sebeptir, illet değildir.
Çünkü namazın niçin o vakitte farz kılınmış
olduğunu akıl anlayamaz. Bu duruma göre her illet sebep
olabilir, fakat her sebep illet olamaz. Şâfiîlerin çoğu
sebebe dayanarak kıyas yapılabileceğini söylerken,
Hanefi ve Mâlikîler kıyasın yalnız ortak illete
dayanarak yapılabileceği görüşünü benimserler. Tercih
edilen görüş de budur (el-Âmidî, el-Ihkâm, Mısır
1914, IV, 86; Ibn Hâcib, el-Muhtasar, Istanbul, 1307-1310, IV, 417; A.
Hallaf, Masâdir, Küveyt, 1970, s.50).


Hikmet; şer'i bir hükmün meşrû kılınışında
gözetilmiş olan maslahattır. Hikmetle illet farklı
terimlerdir. Meselâ; Ramazanda hasta veya yolcu olan kimseye oruç
tutmama ruhsatı verilmiştir. Bu ruhsatın hikmeti güçlüğü
kaldırmak, illeti ise yolculuk veya hastalıktır. Bu yüzden
yolculuk veya hastalık hali bulununca, oruç tutmak güçlük
meydana getirmese bile, kişi bu ruhsattan yararlanabilir (bk.
el-Bakara, 2/183-184). Yine bir gayrı menkulde, ortak veya
bitişik komşulara tanınan "şüf'a hakkı(ön
alım hakkı)"nın hikmeti, onları zarara
uğratmamak, illeti ise, ortaklık veya bitişik komşu
bulunmaktır (bk. Ali Şafak, Hadislerde ve Mukayeseli Hukukta
şüf'a Hakkı, Erzincan 1981). Usulcülerin çoğu
kıyasta illeti esas alırken, bazı Mâlikîler ve Hanbelî
usulcülerin çoğu, özellikle Ibn Teymiyye (ö.728/1327) ve öğrencisi
Ibn Kayyim el-Cevziyye (ö.751/1350) illet yerine hikmeti (uygun vasıf
) esas almışlardır. Bu görüşü benimseyen
Hanbelîlere göre, birbirine benzeyen meseleler arasındaki
asıl bağ, şer'î hikmettir (Ebu Zehra, Ibn Hanbel, Kahire
1367, s.277, 278).


Illetin şartlarına gelince beş tanedir.


1) Açık bir vasıf olmak. Illet, bir şeyi sabit
kılmak için elverişli olmalıdır. Meselâ; bir çocuğun
nesebinin sabit olması için illet, nikâh akdinin bulunması
veya nesebin ikrarıdır. Yine küçük yaşta bulunma
(sığâr), mal üzerinde başkasının velâyet
hakkının illetidir. Bu açık vasıf, küçüğün
evlenme konusunda da, velâyet altında olduğunu isbata
elverişli bir illettir.


Eğer illet gizli bir şey ise, ona delâlet eden açık
bir beyin bulunması gerekir. Meselâ; akitler karşılıklı
rızaya dayanan borçlandırıcı fiillerin
esasını teşkil eder. Âyette şöyle buyurulur:
"Karşılıklı rızanıza dayanan bir
ticaretle birbirinizin mallarını yemeniz müstesnadır"
(en-Nisâ, 4/29). Rıza gizli bir şey olduğu için bunun
akit sırasında sözlü veya yazılı olarak ifade
edilmesi, şahit gerektiren durumlarda bunun da eklenmesi gerekir
(bk. el-Bakara, 2/282).


2) Illet sabit olmalı, şahıs, belde ve çevreye göre
değişmemelidir. Meselâ; şuf'a hakkına sahip
olabilmek için ortaklık veya komşuluk illet olarak
aranır. Şüf'a hakkına sahip olmanın hikmeti olan
"zararı önleme" ise yeni müşterinin durumuna göre
değişebilir. Bu yüzden, yeni müşterinin zararsız
bir kimse olduğu ileri sürülerek şüf'a hakkı düşürülemez.
Yine bazı yolculuklarda güçlük bulunmadığı öne
sürülerek, seferilik ruhsatları kaldırılamaz.


3) Illetle hüküm arasında uygun bir bağlantı
bulunmalıdır. Meselâ; sarhoş edicilik, şarabın
haram kılınışına uygun bir vasıf tır.
Yine, mirasçının bir an önce mirasa konmak için mûrisini
öldürmesini engellemek için, bu fiili işleyen katili mirastan
mahrum etmek uygun bir illettir.


4) Illetin sirayet edici nitelikte olması gerekir. Yani illet,
ait olduğu hükme ait kalmamalıdır. Sözgelimi; yolculuk
orucun tutulmayıp kazaya bırakılabilmesi için, oruca
mahsus bir illettir. Buna kıyas yapılarak yolcunun
namazını da kazaya bırakabileceği sonucuna
varılamaz. Çünkü yolcunun namazını kısaltarak
kılabileceği konusunda başka nass'lar vardır (bk. en
Nisâ, 4/101; Buhârî, Salât, 1; Müslim, MüŞâfirîn, 1; Ahmed
bin Hanbel, Müsned, III, 45).


5) Vasfın geçersiz olduğunu gösteren bir delil bulunmamalıdır.
Bu da illetin tamamen nasslara aykırı olmasıyla ortaya çıkar.
Meselâ; Endülüslü bir fakihin, Halîfe için oruç keffâreti
olarak, köle azadı yerine altmış gün oruç tutması
gerektiğini söylerken ileri sürdüğü sebep geçerli değildir.
Çünkü hadiste (Buharı, Savm, 30) ilk sırada köle azadı
zikredildiği için, gücü yetenin bununla yükümlü tutulması
asıldır (A. Hallâf, a.g.e., s.50, 51, 52; M.Ebû Zehra,
Usûlü'l-Fıkh, Kahire tş, s.239-241).


Hükümlere esas teşkil eden illetlerin,
aşağıdaki üç yolla elde edildiği tesbit
edilmiştir: illetler; nasslar, icmâ ve şer'î hükümlerin
tamamı göz önüne alınarak belirlenir.


1) Nass ile sabit olan illete, içkinin sarhoş etme (iskâr)
özelliği örnek verilebilir. Bu, Kur'ân ve Sünnet'le sabittir.
Kur'an'da; "Ey iman edenler sarhoş iken namaza
yaklaşmayın" (en-Nisâ, 4/43) buyurulur. Bu âyet,
şarap yasağından önce indirilmiş olup,
sarhoşluğun namazla bağdaşmayacağını
belirtir. Bu, daha sonraki yasağın illetine bir
işarettir. Şarap yasağının illetinin
sarhoş etme özelliği olduğu şu hadiste ifade
edilir. "Sarhoşluk veren her şey hamr'dır ve her
hamr da haramdır" (Müslim, Eşribe, 75). Evlere girerken
izin istenmeşinin illeti de bir hadiste şöyle belirtilmiştir:
"izin ancak göz için emredilmiştir" (Buhârı,
Diyat, 23, Libâs, 75).


2) Icmâ ile sâbit olan illete şunlar örnek verilebilir: Oğlunun
malı ve şahsı üzerinde, babanın velâyet hakkına
sahip olduğu icmâ ile sâbittir ve bunun illeti babalıktır.
Çoğunluk Islâm hukukçularına göre dede de buna kıyas
yapılarak küçük torunu üzerinde velâyet hakkına sahip görülmüştür.
Yine, anne tarafından olan hısımlığı yüzünden,
ana-baba bir kardeş mirasta, baba bir kardeşe takdim edilir.
Buna kıyas yapılarak öz amcanın oğlu, baba bir
kardeşin oğluna tercih edilir (M. Ebû Zehra, a.g.e., s.244,
245).


3) Illeti açıklayan bir âyet, hadis veya icmâ bulunmazsa, bu,
ictihad yoluyla belirlenir. Meselâ; bir bedevî gelip, Hz. Peygamber'e,
Ramazan orucu tutmakta iken karısıyla cinsel ilişkide
bulunduğunu söylemiş; O da, bunun için; a) Bir köle azat
etmesini, b)Buna imkân bulamazsa ardı ardına iki ay oruç
tutmasını, c) Buna da gücü yetmezse, altmış
yoksulu doyurmasını emretmiştir (Buharî, Savm, 30)
Burada yasağın illeti açık değildir. Bu illet;
adamın karısıyla Ramazan günü cinsel ilişkide
bulunması mıdır? Yoksa, yalnız orucu bozması
mıdır? Burada kendi eşiyle cinsel ilişkide
bulunması aslında haram değildir, ancak onun bu fiili için
bir ceza öngörülmüştür. Çünkü bu fiil, Ramazan orucuna karşı
bir saygısızlık teşkil etmektedir. O halde orucu
bozan her fiil, yukarıdaki fiile eşittir. Buna kıyas
yapılarak, Ramazanda orucu kasten bozmaya sebep olan her
davranış için keffâret gerektiği sonucuna
varılmıştır.



Konular