Fıkıh | Konular

Sigorta ile ilgili yeni bir fetva

Mekke şehrinde 4.4.1397/1977 tarihinde, Abdullah b. Humeyd'in
başkanlığında Muhammed Ali el-Harekân, Abdülazız
b. Baz, Muhammed b. Abdillah es-Sabil, Sâlih b. Asimeyh, Muhammed Reşid
Kabanî, Mustafa ez-Zerkâ, Muhammed Reşidî, Abdülkuddüs el-Hâşimî
en-Nedvî ve Ebû Bekir Gümî'den oluşan fıkıh heyeti,
sigorta konusunu incelemiş ve heyet Mustafa ez-Zerkâ hariç,
sigortanın bütün çeşitlerinin caiz olmadığına
karar vermiştir.


Bu kararın özeti şöyledir:



1. Sigorta akdi kararı (riskli aldanma) kapsar. Çünkü
sigortalı çoğu kere ne kadar prim vereceğini ve ne kadar
sigorta bedeli alacağını bilmiyor. Belki bir iki taksit
prim ödedikten sonra, zarar meydana gelir ve sigortalı malın
tüm bedelini alır. Belki de bütün taksitleri ödediği
halde, malı helâk olmadığı için hiç bir şey
alamaz.


2. Sigorta, kumarın bir çeşididir. Çünkü sigorta
şirketinin, meydana gelen zararda hiçbir rolü yoktur. Buna rağmen
mal helâk olursa sigorta bedelini vermektedir. Veya hiç zarar meydana
gelmeyince, bedelsiz olarak taksitleri almış olmaktadır.


3. Sigorta fazlalık ve nesie ribasını kapsamına
alır. Çünkü sigorta, sigortalıya ödediği primlerden
fazlasınıverirse fazlalık ribası ve para mübadeleşinin
vadeli olması yüzünden de nesie ribası söz konusu olur.


4. Sigorta akdinde bedelsiz olarak başkasının
malının alınması söz konusudur. Bu da; "Ey
iman edenler, mallarınızı aranızda haksız yere
yemeyiniz" (en-Nisâ, 4/29) âyetinin yasak kapsamına girer.


Sonuç olarak sigortanın hükmü üzerinde şunlar söylenebilir:


Islâm hukukunda sözleşme tiplerı
sınırlayıcı bir şekilde vahiy ve Sünnetle
belirlenmemiştir. Nass'larda belirlenen akit tipleri yanında
"akit serbestliği" prensibi geçerlidir. Ancak yapılan
akit ve sözleşmenin kapsamı, Islâmla çelişmemelidir.
Bu konuda şu hadisler genel düzenlemeyi yapar: "Müslümanlar
kendi aralarında belirledikleri şartlara uyarlar. Ancak
helalı haram, haramı helal yapan şart müstesnadır"
(Buhârî, Icâre,14; Ebû Dâvud, Icâre, 12; Tirmizi, Ahkâm, 17);
Allah'ın kitabında olmayan her şart
batıldır" (Nesaî, Talâk, 31; Büyü', 85).


Bu duruma göre, ticari amaç dışında üyelerinin karşılaşacağı,
tek başına üstesinden gelemeyecekleri sıkıntı
ve felâketlerin yükünü paylaşmak veya mensuplarına tedavi,
mesken, emekli maaşı gibi imkanlar sağlayan
yardımlaşma kurumlarının meşrû olduğunda
şüphe yoktur. Ancak bu gibi yardımlaşma
kurumlarının kendi iç bünyesindeki işleyişinin de
Islâmî ölçülere göre düzenlenmesi gerekir. Böyle bir sandık
veya kurumun üye prim ve aidatlarından oluşan ana
parasının işletilmesi, ticaret ve sanayi
yatırımlarında nemalandırılması mümkün
ve caizdir. Böylece, üyelerine daha iyi imkanlar sağlaması
gerçekleşir. Ancak ana parayı işletmeye gerek
olmaksızın, mevcut mal varlığından üyelerin
yararlandırılması da mümkündür. Üyelerin yararlanma
miktar ve süreleri önceden bilinmediği veya belirlenmediği
ya da aileden aileye farklılık gösterdiği için, böyle
bir sigorta akdinin "fasit inan şirketi" niteliğinde
olması gerekir. Burada her üye gerçekte kuruma ödediği
toplam prim kadar ortaklık hissesine sahip olur, kâr ve zarara da
bu oranda katlanır. Ancak sigortadan kendi toplam hissesinden daha
fazla pay alması halinde diğer pay sahipleri bu
fazlalığı ona teberru etmiş sayılırlar, böylece
karşılıklı yardımlaşma ve
teberrulaşma yoluyla sigorta şirketi
varlığını sürdürmüş olur. Iştirakçiler
böyle bir sisteme girmekle bu muhtemel sonuçları da önceden
kabul etmiş olurlar. Bazan da toplum fertleri kendiliğinden,
devletin düzenlediği böyle bir teşkılat kapsamına
girmiş olurlar. Sigorta sisteminin kendi iç işleyişinde
Islâm'la çelişen muameleler bulunmadığı sürece,
katılım paylarının farklı oluşu veya
farklı tazminat alımlarının gerçekleşmesi
sonucu değiştirmez. Bunun delili muvâlât akdi ile âkile
sisteminin Islâm'da meşrû sayılmasıdır.


l. Muvâlât akdi: Bu akit, ailesi bilinmeyen, buluntu bir çocuğun,
başka birisi veya kendisini bakıp yetiştiren kimse ile
şu şekilde anlaşmasıdır: Karşı taraf
çocuğun akitle velisi olacak; çocuk tazminat gerektiren bir suç
işlerse bu tazminatı, himaye eden ödeyecek. Buna karşılık
da çocuk ileri ki hayatında mirasçı bırakmadan ölürse
ona mirasçı olacaktır. Hz. Ömer, Ali ve Abdullah b.
Mes'ud'un benimsediği bu görüş Hanefilerce
benimsenmiştir (ez-Zühayli, el-Fıkhul-Islâmî ve Edilletüh,
Dimaşk 1405/1985, VIII, 283, 284). Burada, buluntu çocuk ömür
boyu tazminatı gerektiren bir suç işlememesi halinde, himaye
eden onun mirasını bedelsiz olarak alacak, diyet ödemek
zorunda kalırve buluntu çocuğun mirasçısı da
olursa, ödediği diyet karşılıksız
kalacaktır.


2. Âkile sistemi. Diyet tazminatı ile yükümlü olabilen
belirli hısımlar veya bir divana üye olan kimseler de kendi
paylarına düşen tazminatı bir bedel
karşılığında ödemezler. Daha sonra bu tazminat
paylarını suçu işleyene rücû etmek suretiyle alma
imkânı da bulunmaz. Divan üyelerinin aylık veya
yıllık olarak önceden bir katılım payı
ödemeleri halinde, günümüzdeki yardımlaşma
sigortalarının benzeri gerçekleşmiş olur. Hz. Ömer
döneminde böyle bir uygulamanın
başlatıldığını yukarıda
belirtmiştik.


Ancak bir kişi veya şirketin kâr amacıyla
kurduğu yangın, sel, kaza vb. sigortalar gerek ana
paranın işletilmesinden doğan gelirin
katılımcılara yansıtılmaması ve gerekse
kaza olmaması halinde ödenen primlerin karşılıksız
kalması yüzünden yardımlaşma sigortalarından
farklı yapıya sahiptir. Çünkü burada sigortalı her
yıl, sigorta şirketine belli bir meblağ öder. Malı,
bir âfet sonucunda telef olursa bedelini şirketten alır. Böylece
kumar oynayan kimse gibi kazanmış olur. Aksi takdirde ise
şirkete ödediği taksitler boşa gitmiş olur.
Başka bir açıdan riba işlemi gerçekleşir. Çünkü
verdiğinden daha fazlasınıalma amacıyla sigorta
şirketine para yatırılır.


Diğer yandan böyle bir sigorta şirketi bütün katılımcıların
ortaklığı ile kurulduğu takdirde
"yardımlaşma sigortası" halini alabilir. Bu
takdirde elde edilecek gelir bütün ortaklara ait olacağı için
bu, mümkün ve caiz olur.


Nitekim Sudan'da kaza sigortası zorunlu hale getirilince
Hartumlu şoförler kendi aralarında bir yardımlaşma
sigortası kurmuşlar, hem sigortalı ve hem de
sigortacı olmuşlardır (bk. ez-Zerka-en-Neccâr, Islâm'a
Göre Faizsiz Banka, Kalkınma ve sigorta, Terc. Hayreddin Karaman,
Istanbul 1976, s. 216). Ancak bu şekilde yardımlaşma
sigortaları gerçekleşinceye veya Devletin organızesi ile
ticaret amacı dışında genel bir sigorta sistemi
oluşuncaya kadar, zaruret olan durumlarda sigorta mübah hale
gelir. Bu takdirde de kendi iç bünyesinde ana parasını
işletmede Islâmî usullere uyan sigorta tercih edilmelidir.


Bununla birlikte, küfür diyarında kurulmuş bir sigorta
şirketinden tazminat alınabileceği gibi; Ebû Yusuf ve
Imam Muhammed'e göre, Islâm hükümleri uygulanmayan bir ülkede gayrı
müslimlerin veya irtidat ehlının kurduğu bir
şirketten sigorta tazminatının alınmasında da
bir sakınca yoktur.



Konular