Mahkeme
Islâm'da mahkemelerin ortaya çıkışı, Medine'ye
hicret ile başlamaktadır. Mekke döneminde müslümanlar,
siyasî bir otoriteye sahip olmadıklarından, bu dönemde bir
yargı kurumundan söz etmek mümkün değildir. Adlî düzenin
kurulabilmesi için kaçınılmaz olan maddî iktidar, Medine'ye
hicretten sonra bir Islâm devletinin kurulmasıyla elde
edilmişti. Medine'de devlet başkanı, aynı zamanda kaza
organının da başı olan Resulullah ilk zamanlar, kaza
fonksiyonunu bizzat yerine getiriyor; her türlü ihtilâf ve davalar onun
tarafından çözüme kavuşturuluyordu. Resulullah (s.a.s),
toplum düzeninin sağlanması ve haksızlıkların
giderilmesi için, hükümler verirken aynı zamanda, yargılama
usulü hakkındaki temel prensipleri de ortaya koyuyordu.
Islâm devletinin toprakları genişleyince Resulullah (s.a.s),
sahabilerden bir kısmını kadı tayın ederek ihtiyaç
olan bölgelere gönderdi. Medine'de de kazaî ve adlî işlerin
artmasıyla birlikte Resulullah (s.a.s), hâkimlik yetkilerinden bir kısmını
başkalarına devretmek zorunda kaldı. Kendisi sadece temyiz
makamı olarak yetki kullanmakla yetindi.
Islâm hukukunda mahkemeler, tek hâkim sistemi ile çalıştıklarından
dolayı hâkimlerin görevleri oldukça ağırdır. Bunun
için, kadılar davaları çözüme kavuştururken müftî ve
âlimlerden istifade ederlerdi. Ancak bilgi ve görüşüne başvurulan
kimselerin önerdikleri çözümün bir bağlayıcılığı
yoktu.
Islâm'da mahkemeler, tek dereceli olarak faaliyet gösterdiklerinden,
verdikleri kararlar kesindir ve bir üst mahkemece bozulması veya
yeniden görüşülmesi söz konusu değildir. Temyiz makamı
alt mahkemenin verdiği kararları sadece şekil yönünden
tetkik edebilir. Davanın görülmesinde usul yönünden bir eksiklik
mevcut değilse, kararı aynen onaylamak durumundadır.
Resulullah (s.a.s), verilen kararları sadece bu açıdan
incelediği gibi, Raşid Halifeler de aynı şekilde
hareket etmişlerdir. Hz. Ömer ve Hz. Osman (r.a), hilâfetleri sırasında
her hac mevsimi Mekke'de bir temyiz mahkemesi kurarlar ve ülkenin her
tarafında kadıların verdiği kazaî kararlara yapılan
itirazları temyizen incelerlerdi. Hz. Ömer (r.a), ölüm kararlarını
bizzat tetkik etmeden infaz ettirmiyordu.
Peygamber (s.a.s) zamanında duruşmaların
yapıldığı özel bir mekan yoktu. O, camide, pazarda,
evde, veya o anda bulunduğu herhangi bir yerde tarafları dinler
ve meseleyi çözüme kavuşturarak verdiği kararları infaz
ettirirdi. Ancak sonraki devirlerde, kaza fonksiyonunun yerine getirilmesi
için özel binalar inşa edildi ve davalar buralarda görülmeye başlandı.
Emeviler zamanına kadar davalara bakmak için belirli gün ve saat
tayın etme âdeti de yoktu. Mahkemeler, haftanın her gününde
ve her saatinde gelen davalara bakardı.
Peygamber (s.a.s) zamanında vilayet kadıları için yetki
açısından bir sınırlama mevcut değildi.
Kadılar bölgeleri dahilinde hukuk ve ceza davalarının
tamamının muhatabı idiler. Ancak, görev sahaları
belirli sınırlarla tahdit edilmişti. Bir kadı
yalnızca kendi yetki bölgesinde faaliyet gösterebilir ve atandıkları
bölge dışında kalan bir yerdeki adlî meselelerle
ilgilenemezdi. Aynı zamanda bir şehre aynı tür davalara
bakmak üzere birden fazla kadı görevlendirilemezdi. Bazı hukukçular,
görev sahaları belirlenmek şartıyla, bunun sahih
olacağı görüşünü benimsemişlerdir.
Hz. Ömer (r.a), kadılık bölgelerinde, bakacakları dava
çeşitlerini belirtip birden fazla kadı tayın ederek bir
taksim yapmış ve böylece kadıların yüklerini
hafifletme yoluna gitmişti. Dava türlerinin ayırımı
Emeviler zamanında daha belirgin hale gelmiştir.
Islâm toprakları dahilinde, gayrımüslimlerle müslümanlar
arasındaki ihtilâfları çözmek ve davalara bakmak selâhiyeti
Islâm mahkemelerine aittir. Gayrımüslimler, müslümanları
ilgilendirmeyen meselelerini, kendi aralarında çözebilirler. Ancak
kendi rızaları ile Islâm mahkemelerine müracaat ettiklerinde
dava Islâm mahkemeşinin yetki alanı içine girer ve verdiği
kararlar bağlayıcı olur.
Islâm mahkemelerinde yargılamalar, muayyen prensipler
çerçevesinde olur. Bu kurallar adaletin gerçekleşmesi ve
hakların sahiplerine verilebilmesi için Hz. Peygamber'in sünnetinde
net bir şekilde gösterilmiştir.
Buna göre davacı mahkemede iddiasını delillerle ispat
etmek zorundadır. Davalıya da yemin ettirilir (Tirmizi, Ahkâm,
12; Müslim Akdiye, 1).
Hâkimler davayı, davacının getirdiği deliller
çerçevesinde neticelendirmek zorundadırlar. Hâkimin dava hakkındaki
şahsî bilgisi ve kanaati vereceği hükme bir mesned teşkil
etmez.
Hâkim, muhakeme esnasında taraflara eşit davranmak
zorundadır. Rasulullah (s.a.s), tarafların hiç bir tesir altında
kalmadan kendilerini savunabilmeleri ve delillerini ortaya koyabilmeleri için
hâkimlerin taraflara bakışında, konuşmasında ve
her çeşit hal ve hareketinde eşit davranılması
gerektiğini bildirmiştir. Resulullah (s.a.s), yargılama
esnasında tarafları, rahat davranabilmeleri için yere oturturdu
(Ebu Davud, Akdiye, 8).
Hâkimin, yalnızca bir tarafın delillerini dinleyip,
diğer tarafın kendini savunmasına fırsat vermeden hüküm
vermesi yasaktır. Bir hadiste şöyle buyurulmaktadır:
"Şayet hâkimler, insanlara, tek taraflı beyan ve iddialara
dayanarak hak tevzi edecek olsalar, kan (ceza davaları) ve
şahısların Malları (hukuk davaları) üzerinde, doğru
ve adıl olmayan hükümler verilirdi" (Ahmed Ibn Hanbel,
Müsned, Nşr. A. Muhammed Şakir, Mısır 1958 No. 3188,
3292). Diğer bir hadiste de Hz. Ali (r.a) den yargılamanın
şekli hakkında Resulullah (s.a.s)'in şöyle söylediği
rivayet edilmektedir: "Iki taraf senin karşında yer
alınca, birini olduğu gibi diğer tarafı da dinlemeden
aralarında hükmetme! Bu, ne şekilde hüküm vermen gerektiğini
sana gösteren bir yol olacaktır" (Tirmizi, Ahkâm, 5; Ebu
Davud, Akdiye, 6).
Davacının iddiasının dikkate alınabilmesi için
en az iki şahit getirmesi gereklidır: "Erkeklerinizden iki
de şahit tutun. Eğer iki erkek bulunmazsa, şahidlerden
kendine güvendığınız bir erkek ve iki kadın
yeter" (el-Bakara, 2/282). Ancak Resulullah (s.a.s), iddia sahibinin
yemini ile tek şahidin şehadetine dayanarak da hüküm vermiştir
(Müslim, Akdiye; Ebû Davud, Akdiye, 21; Tirmizi, Ahkâm, 13). Buna göre
iddia sahibi iki şahit getiremezse, yemin ile birlikte tek
şahitle hüküm verilir.
Şahitlerin şehadetlerinin geçerli olabilmesi için namuslu
ve adıl olmaları şart koşulmuştur: Içinizden
adâlet sahibi iki kişiyi yaptıklarınıza şahit
tutun" (et-Talâk, 65/2).
Davalarda şahitlikte bulunanların durumları, mahkemece
tahkik edilip güvenilirlik ve adıllikleri komşularından
soruşturularak, tesbit edilir. Istilahta buna tezkiye denmektedir
(bk. Tezkiye mad.). Ilk zamanlarda hakimler bu soruşturmayı açıktan
açığa yapmakta idiler. Ancak kadı Şureyh, bu
soruşturmayı gizlice yaptıran ilk kimse olmuştur.
Ayrıca şahitlerin birbirinin verdiği ifadelerden etkilenip
şehadette bulunacakları şey hakkında birbirlerinin
ağzından bir şey almamaları için de ilk defa
şahitlerden ayrı ayrı ifade alma usulu Hz. Ali (r.a)
tarafından getirilmiştir.
Kadı, mahkemede, görülecek davanın usul yönünden bütün
unsurlarını bir araya getirdikten sonra davayı şu
kaynaklar çerçevesinde hükme bağlar: a) Kur'an b) Sünnet c) Bu
ikisinde de bir hüküm bulamazsa ictihad eder (Ebu Davud, Akdiye, 11).
Buna sonraki devirlerde icma ve kıyas eklenmiştir.
eş-Şa'bî, Hz. Ömer'in hilâfeti zamanında
kadılık yapan Şureyh'den, kendisine Hz. Ömer (r.a)'ın
şöyle talımat verdiği nakletmektedir: "Allah'ın
Kitabı'nda bulduğun şey ile hükmet! Allah'ın
Kitabı'nın tamamında bir şey bulamazsan bu halde
Allah'ın Resulünün kararlarında bulduğun şey ile hükmet!
Şayet Resulullah'ın kararlarının tamamında bir
şey bulamazsan, müminlerin imamlarının kararlarında
bulduğun şey ile hükmet! Şayet onlarda da bir şey
bulamazsan, kendi reyinle doğruyu bulmak için ictihad et ve zühd ve
ilim ehline danış" (Ibn Kayyım el-Cevzî,
I'lamul-Muvekkı'in, Mısır, t.y., I, 97).
Hukuk davalarında, hakkıihlâl edilen kimse şikayette
bulunmadıkça, olay başkaları tarafından bildirilse
bile mahkeme harekete geçmez ve hakkıçiğnenen kimse dava açmaya
zorlanmaz. Ceza davalarında ise durum farklıdır.
Hakkıihlâl edilen kimse dava açmasa bile, olaydan haberdar edilmesi
durumunda mahkeme, hemen olaya el koyarak amme davası açar.
Had gerektiren olayların dışında kalan davalar, hak
sahibinin affetmesi ve davadan dönmesi halinde düşer. Bir
takım suçlar, şahısları ilgilendirse bile, esas
olarak Islâm toplum düzenine karşı işlenmiş
olduklarından, bu suçların cezaları her halükarda infaz
edilir. Zina, hırsızlık, içki vs. suçlar bu kabıldendir.
Islâm hukukunda genel anlamda bir af söz konusu olmadığı
gibi, devlet de hakkıihlâl edilen kimseye rağmen suçlan
affetme salâhiyetine sahip değildir.
Verilen kararların infaz edilmesi, mahkemelerin en önemli
görevlerinden birisidir. Davayı kaybeden tarafın
karşı tarafa hakkını vermekten kaçınması
durumunda, hâkim, kararı bizzat icra ederek hakkı hak sahibine
verir.
Taraflar davayı mahkemeye götürmeden, resmi sıfatı ve
kazaî salâhiyeti olmayan bir kimseye giderek davalarını
çözümlettirebilirler. Islâm hukuk ıstılahında bu yönteme
"tahkim" (hakem tayın etme) denilmektedir.
Peygamber (s.a.s), harp esirlerini, katılleri, cinayet
zanlılarını ve borçlarını ödemeyenleri
hapsediyordu. Ancak, hapishane olarak kullanılmak üzere özel bir
yapı yoktu. Hapsedilmesi gereken suçlular, muhtelif yerlerde
hapsediliyorlardı. Ilk defa, hapishane olarak kullanılmak üzere
hususi bir bina yaptıran Hz. Ali (r.a) olmuştur. Islâm
hukukunda hapis cezası olmadığı için, bugünkü
anlamda bir hapishanenin varlığı hiç bir zaman söz konusu
olmamıştır. Islâm'da hapishaneler, hakların
sahiplerine verilmesine ve suçluların yargılanıp
cezaların infaz edilmesine kadar, tutukluların kaçmalarını
önlemek için kullanılmaktadır.