Kadere iman
Varlık âleminin başlangıcından sonuna, yani
ezelden ebede kadar olacak şeylerin; zamanını, yerini,
niteliğini, özelliklerini, kısaca ne, nerede, ne zaman ve
nasıl olacaksa, olmadan önce bunların hepsini Allah'ın
bilmesine "kader" ve herşeyin zamanı gelince O'nun
bilgisine uygun olarak var olmasına da "kaza" denir. Ya da
tersine, birincisine "kaza", ikincisine "kader" denir.
Dilimizde "takdir-i ilâhî", "alın
yazısı" ve "kader" olarak
anılır."Felek" de bazen "kader"
anlamlarında kullanılır. Bu anlamda "zalim felek"
demek, Allah'ın takdirini adaletsiz saymak olacağından,
bilgisizce söylenmiş, küfür bir söz olur.
Kader'e inanma, iman esaslarının en önemlilerindendir.
Çünkü imanın diğer şartlarına sağlam olarak
inanmak da, kadere inanmaya bağlıdır. Meselâ kadere
inanmayan, Allah'ın herşeyi bilebileceğine de
inanmamış olur. Ya da tersinden söylersek, Allah'ın
herşeyi bilebileceğine inanan kadere de inanmış olur.
Zaten kader, herşeyin nasıl ve ne zaman olacağını
bilmek demektir.
Kader Allah'ın bilme sıfatıyla ilgili olduğu gibi,
dileme ve yaratma sıfatıyla da ilgilidir. Yani Allah bir
şeyin olmasını ya da olmamasını diler, o
şeyin ne zaman ve nasıl olacağını bilir,
zamanı gelince de onu, önceden dilediği ve bildiği
şekilde yaratır. Işte kaderi kabul etme, aslında
bunları kabul etme demektir.
Kader meselesi iyi kavranıldığında, "tesadüf"
denen birşeyin olmadığı, en küçügünden en
büyügüne kadar her olayın bir sebepler zincirine bağlı
olarak meydana geldiği ve bu zincirin başında Allah'ın
bulunduğu anlaşılır. Hattâ bir yaprağın agaçtan
düşerken sağa sola dönmesi bile bir takdirin gereğidir.
Olaylar zinciri üzerinde kafa yoran herkes bunu kavrayabilir.
Kader meselesi iyi kavranılmayınca, bazı konularda insan
işin içinden çıkamaz. Bunlardan birisi de rızık
meselesidir:
Her canlının rızkını Allah kendi üzerine aldığını
bildirmiş, Peygamberimiz de şöyle buyurmuştur:
"Cebrail kalbime fısıldadı ki, hiçbir canlı
rızkını tastamam kullanmadıkça ölmeyecektir.
Öyleyse Allah'tan korkun ve rızkınızı güzel yollarla
arayın" (Benzer hadîs için bk. Ibn Mâce, Ticaret H. No. 2144;
Diğer bir hadiste de şöyle buyurulur:"Rızık
gelmedi demeyin, çünkü hiç bir kul, kendisinin olan son rızık
da ona ulaşmadıkça ölmez. Öyleyse Allah'tan sakının
ve onu güzel yollarla, yani helali alıp haramı terketmekle
arayın. (Hakim Beyhakî) Feyzu'I-Kadir VI/4O1 ) Buna göre birisi çıkıp,
çalışmama gerek yok, benim için takdir edilen rızık
nasıl olsa beni bulacaktır, derse durum ne olur? Hemen söylemek
gerekir ki, kadere inanmak nasıl dinî bir emirse, çalışıp
çabalamak da böyle dinî bir emirdir. Yani biz rızkımızı
artırmak için değil, yaratıcımızın emri
olduğu için çalışırız. Sonra Kaderin bir boyutu
da herşeyin bir sebebe göre yaratılmasıdır. Bizden
çalışmamızın istenmesi, belki de o çalışmamızın,
rızkımıza sebep yapıldığındandır.
Rızık meselesine gelmişken bir noktaya daha
değinmeliyiz: Rızık insanın doğumundan ölümüne
kadar kullanacağı yiyecek, içecek ve giyeceklerdir. Insanın
kullandığı bu tür dünya nimeti ona bir başkası
aracılığı ile de gelmiş olabilir. Ancak, biraz
önce de söylediğimiz gibi, sebepler zincirinin başında
Allah vardır. Öyleyse teşekküre asıl lâyık olan
O'dur. Insana sadece araç olduğu için teşekkür edilir. Allah'ın
bu insan için yazdığı ve yola çıkardığı
rızık ona bu yolla gelmeseydi, mutlaka bir başka yolla
gelecekti. Tıpkı bir kralın, hizmetçisiyle birisine hediye
göndermesi gibi. Onun için bizim bütün nimetleri Allah'tan bilip O'na
teşekkür etmemiz gerektiği gibi, insanların
rızkımıza engel olmalarından da korkmamamız ve bu
yüzden insanlara kulluk etmememiz gerekir. Ölüm olayı da aynen
bunun gibidir. Öldüren sadece Allah'tır ve ölüm ne zaman takdir
edilmişse o zaman gerçekleşecektir. Ancak insanlar kendilerini
ölüme atmamakla emrolunmuşlardır. Artık cesaretli olmak
gereken yerde korkmanın da hiçbir önemi yoktur.
Allah'ın her şeyi önceden takdis etmesi bizi bağlamak
olmaz mi? Nasıl olsa O'nun takdiri dışına çıkamayacağımıza
göre, bizi yaptıklarımızla sorgulaması adalete
nasıl yakışır? sorusu, kader konusunda inceden inceye
düşünmeyen herkesin kafasını meşgul eden bir
sorudur. Bunu tek cümle ile: "Bir şeyin nasıl
olacağını bilmek, o şeyi öyle olmaya mecbur etmek
demek değildir" diye cevaplayabiliriz. Yani Allah (c.c.) neyin
iyi, neyin kötü olduğunu bildirmişve insana iyiyi de kötüyü
de dileyebilme (irade) ve yapma gücü vermiştir. Dolayısı
ile insanın, kötüyü dilemesi ve yapması halinde
cezalandırılması normaldır. Meselâ bir tanıdığımızın,
bir hafta sonra sabah uçagı ile Ankara'ya gideceğini, orada bir
genel müdürle görüşüp Eskişehir'e geçeceğini, orada
da bir akrabasını ziyaret edip trenle Istanbul'a döneceğini
bilmiş ve bunu aynen yazmış olsak, günü gelince de o,
bunları aynen uygulasa, biz önceden öyle yazdığımız
için o da bunları yapmak zorunda kaldı, diyebilir miyiz?
Işte Allah da herşeyi, bu arada kimin iradesini nasıl
kullanacağını önceden bildiği için takdir etmiş,
yani bilmiştir. Yoksa o yazdığı için insanlar öyle
yapmak zorunda kalmamıştır.
Yani insan kendi eylemlerinin sonucunu kendi belirler. Iradesini iyi ya
da kötü yöne çevirir, gücünü de o doğrultuda kullanır.
Allah da onun diledigi ve gücünü kullandığı fiili
yaratır. Böylece hayrı da şerri de yaratanın Allah
olduğu anlaşılır. Ne var ki, hayrı yani
iyıliği severek, şerri, yani kötülüğü de
sevmeyerek, sırf kulunun iradesi ve gücü o yönde olduğu için
yaratmıştır.
Tabiat olayları dediğimiz yağmur, kurak, deprem, sel felâketi...
gibi olaylar da Allah'ın takdiri ve yaratmasıyladır.
Bunların sebepleri yüksek başınç, yeraltı çukurlarının
çökmesi, şu ya da bu olabilir. Ama bu sebeplerin de birer sebebi,
onların da birer sebebi vardır ve bu zincir Allah'a
dayanır. Bunlar bir yana, bu tür olayların bir de
insanların davranış biçimiyle ilgili olan yani vardır.
Çünkü Allah, dünyada olan herşeyi insanlar için yarattığını
söyler. ("O yeryüzünde bulunan her şeyi sizin için yaratandır"
Bakara (2) 29. ) Öyleyse bunlar da insanlar için yaratılmıştır.
Ayrıca insanlar Allah'ı tanıyıp,
davranışlarını ve
yaşayışlarını O'nun indirdiğine göre
ayarlamaları halinde yağmuru ve toprağı dahi
onların yararına göre ayarlayacağını bildirir.
(Buna yakın anlamdaki âyetler için bk. Mâide (5) 65-66.) Demek ki,
bizim tamamen ormana, denize, alçak ya da yüksek başınca
bağladığımız yağmur, çok ilerlerde ve aslında
bizim yaptıklarımızla ilgilidir. Meteorolojinin ya da
depremle ilgilenen bilimin yağmura ve depreme sebep olarak söyledikleri
şey'ler doğru olabilir, ancak bunlar son sebeplerdir. Müslüman,
ya da düşünebilen insan, o sebeplerin de sebeplerine doğru
gidebilen insandır.
Kaderle ilgili konulardan biri de "tevekkül" meselesidir.
Tevekkül müslümanlar arasında bile çokça yanlış
anlaşılan bir konudur. Allah her şeyi bir sebebe
bağlı olarak yaratmış ve bizim, olmasını
istediğimiz şeyin sebeplerine sarılmamızı
istemiştir. Meselâ biz· işyerimizden fazla kazanç elde etmek
istiyorsak, onun sebeplerine sarılmalıyız. Sebeplere
sarılmadan. "ben Allah'a güveniyor ve ona dayanıyorum, O
verecekse verir" demek, tevekkül etmek değil, tembellik etmek
ve Allah'ı tanımamaktır. Çünkü O, hem çalışmamızı,
hem de kendisine güvenip dayanmamızı istiyor. Bunlardan sadece
birisini, yani A1lah'a dayanıp güvenmeyi yapan; Allah'ın
dediğini, yani tevekkülü yapmış olur mu? Kısaca
tevekkül, kendi gücünün ve başarısının da,
Allah'tan olduğunu kabul etmek ve sebeplere sarıldıktan
sonra bile meselenin; Allah'ın elinde olduğunu bilmek ve O
nasıl yaratırsa ona rıza gösterip kabul etmek demektir.
Böylece kaderin tevekkülü, tevekkülün de rızayı
gerektirdiğini de görmüş olduk. Bunların üçünü de bir
örnekle anlatmaya çalışalım :
Öncelikle; Tıp, Hukuk, Iktisat ya da Edebiyat fakültelerinden
birisine girmek isteyen bir bayan kardeşimiz için; lise ya da dengi
bir okul mezunu olması, üniversite sınavlarına
başvurup giriş kartını almış olması,
sınav konularına hazırlıklı bulunması,
sınav kâğıdını belirlenen zaman içerisinde
yeterli ölçüde doğru doldurup teslim etmesi... birer sebeptir.
Onun bu sebeplere sarılması A1lah'ın gayret göstermemiz
konusundaki emrini yerine getirmektir. Sınav kâğıdını
teslim ettikten sonra; sınavda harcadığı gücü de, sınavda
başarmasının da Allah'ın yardımına
bağlı olduğunu ve sonucun, Allah'ın seçmesiyle olacağı
için, ne olursa olsun en güzel sonuç olacağını
kabullenmesi ve O'na güvenip dayanması tevekküldür. Sınavlar
değerlendirilip onun Tıbbı değil de, meselâ Edebiyatı
kazanması kaderdir. Onun bu sonucu. dövünmeden, hayıflanmadan
kabul edip razı olması da rızadır. Ancak onun bu
noktadaki rızası, öbür fakülteleri gözden çıkarıp
Edebiyata girmesi gerektiği anlamında değil, sonucun bu
şartlarla böyle olması gerektiğini bilip; onu
anlayışla karşılaması anlamındadır.
Yani ille de başka fakülteye girmek isterse bu rıza ona engel
değildir. O zaman sebeplerde bir eksiklik olduğuna karar verir
ve bu tura yeniden başlar.
Görüldüğü gibi, kader konusu, iyi düşünmeye muhtaç bir
konu ve imanın önemli temellerinden biridir. Bu yüzden
peygamberimiz kaderin yanlış anlaşılmaması
konusuna önem vermişlerdir. Bir hadîs-i şeriflerinde de:
"Sizden biriniz; kendisine gelecek bir şeye, bütün dünya
toplansa engel olamayacağına, gelmeyecek olan bir şeyi de,
bütün dünya toplansa getiremeyeceğine inanmadıkça, kadere
gerçekten inanmış olamaz" (Ebû Dâvûd, Sünne 16;
Trmizî Kader 10; Ibn Mâce, mukaddime 10; Müsned V/317, VI/442.) buyurmuştur.
Diğer yönden, kadere inanmayanların, meydana gelen
olayların kaderle oluşmadığını ispatlayacak
hiçbir delilleri yoktur. Öyleyse kadere inanmak aklen de daha uygundur
ve buyurulduğu gibi: "Kadere inanmak üzüntü ve kederi
giderir."
Ancak bütün açıklamalara karşılık kader
meselesinin anlaşılamayacak kadar ince noktaları yok
değildir. Bu yüzden birçok Islâm bilgini çeşitli âyet ve
hadîslere dayanarak şöyle demişlerdir: Kaderin aslı,
yaratıkları içerisinde Allah'ın bir
sırrıdır. Bunu ne bir meleğe, ne de bir peygambere
bildirmiştir. Bu konuda derinlere dalmak; yardımcısız
kalmanın sebebi, mahrumluğun merdiveni ve sapıtmanın
ilk basamağıdır. Öyleyse bundan kaçınmak ve bu
konuda vesveseye kapılmamak gerekir. Allah'ın
varlığını, birliğini ve gücünü akılla
bulduktan ve herşeyi bir kadere göre yarattığını
da duyduktan sonra, kaderin bütün inceliklerini kavrayamazsak ne olur?
Ya da kavramağa çalışmak, Allah'ı sorguya çekmek
olmaz mı? Halbuki O: "Ona yaptığı sorulamaz, ama
insanlar sorguya çekilecektir." (Enbiyâ (21) 23.) buyurur.