Fıkıh | Konular

Menkullerin vakfi

Vakıfta devamlılık (te'bid) esas olduğu için,
prensip olarak vakfın gayrı menkul kabilinden olması
gerekir. Bu özelliğe sahip olmayan menkulleri vakfetmek caiz
değilse de Hanefilere göre şu üç istisna saklı
tutulmuştur:


1- Gayrı Menkule Tabi Olma:


Ebû Yusuf ve Imam Muhammed eş-Şeybânî'ye göre teâmül
bulunmasa bile, menkul malların bir gayrı menkule
bağlı ve tabi olarak vakfedilmesi mümkündür. Arsa ile
birlikte binayı, arazi ile birlikte bazı hayvanları ve
tarım âletlerini vakfetmek gibi (Ibnu'l-Humâm, a.g.e., V, 48; Ibn
Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, IV, 361). Mütemmim cüzler, yol, geçit, su
içme, su alma hakkıgibi irtifak hakları da gayrı menkule
bağlı olarak kendiliğinden vakfedilmiş
sayılır. Mâlikîlere göre, intifa hakkıve
sınırlı bazı aynî haklar bağımsız
olarak da vakfedilebilir (el-Fetâvâ'l-Hindiyye, II, 363).


2- Hakkında Nass (Hadis) Bulunması:


Vakfın gayrı menkul olması prensibinin ikinci
istisnası, vakfedilmesinin cevazı konusunda hadis
bulunmasıdır. Silah, ve at gibi savaş âleti ve
malzemelerini vakfetmek gibi. Nitekim Hâlid bin Velid (ö. 21/641) savaş
silahını ve zırhını Allah yoluyla
vakfetmiştir. Hz. Muhammed bunu tasvib etmişti (Buhârî,
Cihâd, 89, Zekât, 49; Müslim, Zekât, 11). Hz. Hafsa'nın da Kur'ân
vakfettiği nakledilir (es-Serahsî, Şerhu's-Siyeri'l Kebîr, Mısır
1972, V, 2104). Ebû Yusuf, menkul vakfını bu hadislerle
sınırlı tutarak, sadece savaş için at, deve ve
silahların vakfedilebileceğini belirtmiştir. O'na göre,
"kıyasa aykırı olarak sabit olan hüküm, başka
bir hükme esas olamaz. Çünkü vakıfta gayrı menkul olma esas
olduğu için, menkul vakfı temelde kıyasa
aykırıdır" (Ibnü'l-Hümam, Fethu'l Kadir,
Bulak,1316/1898, V, 49-50).


3- Teâmül Bulunması:


İmam Muhammed eş-Şeybânî'ye göre, hakkında nass
(âyet-hadis) bulunmasa da, vakfedilmesi teâmül haline gelen menkullerin
vakfı geçerlidir. Kitap, ev, balta, gelinlik, el-bise, mutfak eşyası,
mushaf, bazı kitaplar, dinar, dirhem (nakit para) ve mislî
(standart) menkuller bunlar arasında sayılabilir. Örf ve
teâmül; toplumda, islâm'a aykırı olmayan bir işin
çokça yapılmasıyla gerçekleşir. İmam Muhammed
burada istisna' (eser sözleşmesi yapma) aktinde olduğu gibi
"istihsan" deliline dayanarak kıyası
terketmiştir. Bu duruma göre,bu beldede menkul bir malın
vakfedilmesi örf ve âdet halini almışsa, bu çeşit
menkullerin vakfı geçerli olacaktır (Serahsî, a.g.e., V,
2083-2087; Ibn Kudame, el-Muğni, V, 585).


Osmanlı İmparatorluğu uygulamasında, "teâmül"
kriteri esas alınarak, örfleşmiş bulununca menkullerin
vakfı caiz görülmüş ve nakit para vakfı da menkul
kapsamına alınmıştır. Hanefiler
dışındaki üç mezhep, prensipte para vakfına
karşı değildir. Ancak asıl, para vakfına cevaz
veren ve vakfedilecek nakit paraların işletilme yöntemlerini
belirleyen, Hanefî müctehidlerinden İmam Züfer'dir.


Maddî bir karşılık beklemeden başkalarına
yardım etmek gibi ulvî ve fevkalâde bir düşüncenin mahsûlü
olan vakıf müessesesi, yüzyıllardan beri islâm ülkelerinde
büyük bir ehemmiyet kazanmış, sosyal ve ekonomik hayat
üzerinde derin tesirler icra etmiş olan dinî ve hukukî bir
müessesedir. İnsan fıtratında mevcud olan
yardımlaşma hissi, şüphesiz ki insanlık tarihi kadar
eskidir. Bu his, dinî emir ve hükümlerle birleşince daha bir
kuvvet kazanır. İslâm ülkelerinde vakıfların,
asırlarca büyük bir fonksiyonu icra etmesinin sebebini burada
(dinî his) aramak lâzımdır. Çünkü "insanların en
hayırlısı, insanlara faydalı olan; malın en
hayırlısı, Allah yolunda harcanan (başka bir ifade ile
vakfedilen), vakfın en hayırlısı da insanların en
çok duydukları ihtiyacı karşılayandır"
prensibinin mânasını çok iyi bilen Müslümanlar, bu yolda
birbirleri ile âdeta yarışırcasına vakıf eserler
kurmuşlardır.


İslâm âleminde vakıfların dinî bir mahiyet taşıması,
onların devamlılığını sağlıyordu.
Nitekim, dinî inanç ve düşünceşinin güçlü olduğu müesseseler
olarak vakıflar, siyasî çalkantı ve idarî istikrarsızlıklar
dışında kalıyorlardı. Bu sayede onlar, Müslüman
toplum hayatında istikrar ve devamlılık sembolü olarak
devam ediyorlardı. Nitekim, vakfedilen gayr-i menkuller, herhangi bir
sebeple müsadere edilemeyeceği, kullanım sahası
değiştirilemeyeceği ve vakfıyedeki esaslara
aykırı davranmadıkça mütevellileri değiştirilemeyeceği
için bu müesseseler, siyasî ve idarî müdahalelerin dışında
kalıyorlardı.


İslâm dünyasında önemli bir müessese olarak vakıfların
oynadığı rol, çok büyüktür. Bu bakımdan, onun
kuruluşu ile ilgili hukukî kaide ve prensipler ortaya konmuştur.
Buna göre vakıfların kuruluşu tescil, vasiyet ve fiille
olmaktadır (Açıklamalar hakkında geniş bilgi için
bk. Ziya Kazıcı, Vakıflar, Istanbul 1985, s. 37-38).


İslâmiyet, kuruluşundan itibaren ulvî ve insanî gayeleri
hedef alan her müesseseyi geliştirmeye çalıştığı
için vakıfları da faydalı görerek onları teşriî
sahasına almıştır. Sadaka, Kurban ve Zekât gibi
ictimaî müesseselerin gayesi de fakir ve yoksulları bu
sıkıntılarından kurtarmak olduğundan, islâm'da
önemli bir mevkiye sahip kurumlar olarak vaz' edilmişlerdir.


İslâm dünyasında, vakıfların geniş bir
şekilde yer edip gelişmesinde Hz. Peygamber'in biraz önce bahs
ettiğimiz hadisinden başka, bizzat kendisinin de vakıf
yapması, önemli bir âmil olmuştur. Hz. Peygamber Medine'de
kendisine ait bulunan hurma bahçesini vakf edip hâsılatını
"havadıs-i dehr"e yani İslam'ın müdafaasını
icab ettirecek hadise ve mübrem ihtiyaçlara tahsis etmiştir.
Aynı şekilde Fedek hurmalığını da yolculara
vakf ettiğini biliyoruz (Ömer Hilmi Efendi, Itifu'l Ahlaf 10; Ömer
Nasuhi bilmen, Istılah, IV, 304). Kur'ân-ı Kerîm ile Hz.
Peygamberin emir ve tatbikatları Müslümanlar için uyulması
gereken bir vazife telakki edildiğinden bu konuda mü'minler arasında
âdeta bir yarış sürüp gitmiştir.


Hz. Peygamber'in ashabı da O'nun yolunda yürüyerek çeşitli
vakıflar kurmak suretiyle insanlığa hizmet ettiler. Nitekim
Câbir (r.a) "Ben, Muhacir ve Ensar'dan mal ve kudret sahibi bir
kimse bilmem ki vakıf ve tasaddukta bulunmuş olmasın"
(Bilmen, a.g.e., IV, 304) diyerek bu durumu belirtmek ister. Bunun içindir
ki, Müslüman şehir, kasaba ve köylerde sayısız
vakıf vücuda getirilmiştir.


İslâmî yardımlaşma prensibinin bir sonucu olarak
ortaya çıktığını gördüğümüz vakıflar,
İslâm ülkelerinin tamamında sayılamayacak kadar çok ve
önemli hizmetler ifa ediyorlardı. Hz. Peygamber ve halifelerinin
kurdukları vakıflardan sonra, imkânı olan her Müslüman,
böyle bir tesis kurmak için büyük bir gayretle çalışıyordu.
Bu durum, sadece zengin Müslümanları değil, aynı zamanda
devlet başkanlarını ve devletleri de harekete getiriyordu.


Emevîler zamanında vakıflar çok genişledi. Hatta bu dönemde
ilk defa yeni yeni teşebbüslerde bulunuldu. Nitekim hicrî 88
senesinde Emevî halifesi Vefid b. Abdillmelik, Ümeyye Camii için ilk
defa köy ve mezraları gelir getiren birer kaynak olarak vakfetti.


Emevîlerden sonraki Abbasî devletinde vakıflar daha bir
gelişme gösterdi. Hatta bu devlette vakıflar o derece
ehemmiyetli bir tesis haline geldi ki, bunlar için vakıflar nezareti
adında bütün vakıfları kontrol eden ve onların bir
sisteme bağlanmasını sağlayan teşkılatlar
kuruldu (Ismail HakkıUzunçarşılı, Osmanlı
Devleti Teşkılatına Medhal, Ankara 1970, 10).


Abbasîler devrinde, islâm camiasının muhtelif siyasî
parçalara ayrılması ve nihayet Büyük Selçuklu Devleti'nin
kurulması ile Doğu Müslümanlarının Türk hakimiyeti
altına girmesi vakıf müessesenin bir kat daha inkişafına
sebep oldu. Selçuklu devletinin "Fatimî-Şiî" hareketine
karşı takib atiği Sünnîlik siyaseti, devletin her tarafında
yeniden birçok dinî müessesenin vücuda gelmesi ve bilhassa bir çok
medresenin açılmasına sebep oldu. Büyük bir malî güce sahip
olan Selçuklu sultanları, şehzadeleri ve devlet adamları
ile ileri gelenler vakıf kurma bakımından birbirleri ile
adeta yarışıyorlardı. Selçuklulardan sonra ortaya çıkan
Harzemşahlar, Atabeğler, Eyyubîler, Mısır
Memlukluları ile Anadolu Selçukluları sülaleleri hakim
oldukları yerlerde malî güçleri oranında vakıflara önem
verdiler.


İslâm dünyasında ayrı bir yeri bulunan Osmanlı
devleti de vakıflara büyük bir önem verdi. Bu devlette, camiler,
medreseler, türbeler, ribatlar, tekkeler, mektepler, köprüler,
hastahaneler, sulama yol ve kanalları, kervansaraylar, imâretler vs.
gibi bir çok dinî hayrî tesis hep vakıflar sâyesinde vücuda
getirildi. Onlar diğer müessaelerde olduğu gibi vakıf
konusunda da kendisinden önceki Müslüman devletleri örnek aldılar.
Nitekim, Osmanlı devletinde, daha ilkbeyler zamanında
başlayan devletin siyasî ve malî kudretinin inkişafına
paralel olarak gelişip artan vakıfların, Osmanlılar dönemindeki
ilk müessisi Orhan Gazİ olmuştur.


Orhan Gazi, İznik'te ilk Osmanlı medresesini kurarken, onun
idaresi için, yeterince gelir getirecek gayrı menkul vakfetti. Bu
medrese kısa bir müddet zarfında kudretli ilim ve devlet
adamları yetişti. Sultan Orhan'ın
yaptırdığı ilim ve hayır müesseleri bir hayli
fazladır. Nitekim günümüzde Adapazarı şehrinde halen
Orhan Bey Camii ve Kandıra'da Orhan Camii adı ile anılan
camiiler ile yine Adapazarında medrese, Bursa'da bir cami, zaviye,
misafirhane ve ziyâret inşa ederek bunlara vakıflar tahsis
etti. Bu hayır eserlerin görevlileri olan müderris, imam, hafız,
nakib, tabbah, hakim ve bevvab gibi kimseleri de tayın etti (Ali
Himmet Berki "Vakıf kuran ilk Osmanlı
Padışahı" Vakıflar Dergisi V, 127-128).


Orhan Gazi'den başlayarak Osmanlı padışahları,
sultanları, vezirleri, emirleri, zengin tebaa, pek çok vakıf
yaptılar. Konunun fazla uzamaması için bunlara temas etmiyoruz.


Vakıfların idaresi nâzır adı verilen görevlilerce
yapılmaktaydı. Zaman içinde idare şekillerinde devlet ve
imkanlara göre değişiklikler yapıldı. Kendi
vakfı için ilk nâzır tayın eden bizzat Hz. Peygamberdir.
Hicretin ilk iki asrında vakıflar "Vâkıf'
tarafından tayın edilen mütevellilerce yönetilirdi. Nâzır,
mütevellilerin kontrolcusu olarak, onların işlerinin
tamamlanmasına nezâret ederdi. Bunların genel murakabesi de
"emiru'l-mü'minîn" olan hafifeye aitti. Abbasiler döneminde
bu işi halifeler yapıyordu. Yıldırım Bayezid, her
vilayete "müfettiş-i ahkâmı'ş-şer'iyye"
tayin ederek vakıf işlerini teftiş ettiriyordu.
Osmanlılar döneminde özel şahıslar tarafından
kurulan vakıflarla mütevelliler meşgul olmuş, bunlar
kadılar vasıtasıyla teftiş ve murakabe
edilmişlerdir. Her kadı, kendi mıntıkasındaki
vakıfları emrindeki müfettişlerce teftiş
ettirdiği gibi, bazan bizzat kendisi de bunları teftiş
ederdi. Bununla beraber payıtaht kadısı (Istanbul
kadısı), bütün vakıfları teftiş yetkisine
sahipti (Daha geniş bilgi için bk. Kazıcı, Vakıflar,
7072).


Osmanlılar döneminde 1242 (m. 1826) yılında kurulan
Evkaf Nezareti'nden önce vakıflar, vâkıflarının
şartlarına göre idare ediliyor ve bunlar ayrı nezâretlerce
murakabe ediliyorlardı. Bu nezâretler: Haremeyn, Vezir, Şeyhülislâm,
Tophane ümerası ve Istanbul kadıları nezâreti idi. Osmanlıların
sonuna kadar devam eden Evkaf Nezâreti, 3. 3. 1924 tarihinde çıkarılan
429 sayılı kanunla ilga edilerek Başkanlığa
bağlı bir umum müdürlüğe havale edildi. Böylece Vakıflar
Umum Müdürlüğü kurulmuş oldu. Cumhuriyetten sonra vakıf
mevzuatında ilk mühim değişiklik 5. 6. 1935 tarih ve 2762
sayılı kanunla yapıldı. Bu değişikliklerle
vakıf müessesesi kuruluş gayelerinin ve vakıf
şartlarının tamamen dışına çıktı
ve toplum için görmüş olduğu fonksiyonlar yok edildi.


İslâm dünyasında dinî, kültürel, askerî, sivil,
iktisadî, ictimaî, su ve spor gibi sahalara varıncaya kadar hemen
her sahada kurulmuş bulunan vakıflar büyük bir hizmet ifa etmişlerdi.
Sırf Allah rızasını kazanmak için bu tesisleri kuran
insanlara bugün de ihtiyacımız var.


Para Vakfı Ekonomik faaliyetlerin özü ve itici gücü kâr
unsurudur. Üretim, dolaşım, paylaşım veya tüketim
safhalarından herhangi birisinde kâra hak kazanabilmek için, islâm
hukuku önce, yapılacak ticaret işinin meşrû olmasını
ister. İkinci olarak da şu üç unsurdan en az birisinin
bulunmasını şart koşar: Emek, sermaye ve tazmin etme
riski. İslâm'da bu üçüncüsü "Vücûh Şirketi"nde
ortaya çıkar. Bu da, iki veya daha çok kişinin sermayesiz, borç
para kullanmak veya vadeli mal alıp satmak suretiyle elde edecekleri
kân, borçların riskini üstlendikleri orana göre paylaşması
esasına dayanır (es-Serahsî, a.g.e., XIII, 83, XXI,17,18, 20,
21, 24).


İslâm toplumlarında finans sorunu, islâm'ın çıkışından
24. yüzyıl başlarına kadar, karz-ı hasen
dışında büyük ölçüde risk esasına ve kâr-zarar
ortaklığı prensibine dayalı olarak çözümlenmiştir.
Mudarebe (emekle sermayenin işbirliği yapılarak,
aralarındaki anlaşmaya göre paylaşması ve zarar
sermayenin katlanması yöntemi), Müşareke (sermaye
ortaklığı, kârın paylaşılması
anlaşmaya göre, zarara katlanma ise kural olarak sermaye oranlarına
göre olan ortaklık), Sanâyi' (taahhüd işleri yapma), Ziraat
Ortakçılığı (emek ve toprak sahibi
ortaklığı ve kiralama (leasing) bunlar arasında
sayılabilir. 13.cü yüzyıldan itibaren giderek büyüyen para
vakıflar da önemli bir fınans kaynağı
oluşturmuştur. Ancak vakıf paraların
kullanımında temelde islâmî olmayan bazı
uygulamaların da vuku bulduğunu ve bunu mütevellilerin işi
bilmeyişine hamletmek gerektiğini belirtelim. Diğer yandan
vakıfnâmelerde yer alan bazı hukuk terimlerinin,
yanlış yorumlanmasının da bu uygulamalarda etkili
olduğunu söylemek mümkündür.



Konular