Keramet ve gaybi bilme meselesi
Gaybı bilmekle ilgili iddianın asıl adı
"keşf" olmakla birlikte bunun mümkün olduğu
savunulurken hareket noktası kerâmet olarak gösterilmektedir.
Her insanın vukuundan önce hissettiği birtakım olaylar
olmuştur. Ancak olay vuku bulmazdan önce kişideki o his, bilgi
derecesine ulaşır mı? Ya da salih kişilerde bu his,
bilgi derecesinde kesinlik kazanır mı? Bu soruya Islâm dini açısından
cevap arıyorsak elbette müracaat edeceğimiz kaynak,
Kur'an-ı Kerim olacaktır. Yüce Allah gayb bilgisiyle ilgili
olarak şöyle buyurmaktadır:
"Gaybın anahtarı O'nun yanındadır. Onları
O'ndan başkası bilemez" (el-En'am, 6/59)."De ki: Göklerde
ve yerde Allah'tan başka kimse gaybı bilemez" (en-Neml,
27/63). Bu âyetler, Allah'tan başka kimsenin gaybı
bilemeyeceğini açık açık ifade etmektedir. O halde
mesele, Allah'ın gaybı insanlara bildirip bildirmeyeceğinde
düğümlenmektedir. Yüce Allah gayb bilgisiyle ilgili olarak şöyle
buyurmaktadır: "(O bütün) gaybı bilendir, gaybına
kimseyi muttali kılmaz. Ancak peygamberlerden, bildirmek
istediği bunun dışındadır" (Cin, 72/26-27).
Âyet, bu konuda peygamberleri istisnâ etmekte ve onların
bilmesini de, Allah'ın irâde ve dilemesine bağlamaktadır.
Allah, gayb konusunda peygamberlerine neyi bildirirse, sadece onu
bilirler, onun dışında kalanı onlar da bilemezler.
Nitekim Kur'an-ı Kerim'de peygamberimizin dili üzere şöyle
buyurulmaktadır.
"De ki: ?Ben size, Allah'ın hazineleri
yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmem; size ben
meleğim de demiyorum. Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum. ?De
ki: ?Körle gören bir olur mu? Düşünmüyor musunuz?"
(el-En'âm, 6/50).
Kalb okuma meselesine gelince, bunun da mümkün olmadığı
nasslarda açıkça belirtilmiştir. Savaşta yere düştükten
sonra kelime-i şehadeti getiren kişiyi öldüren Halid b.
Velid'i hesaba çeken Peygamber (s.a.s) Hz. Halid'in: "Korktu da
bundan dolayı kelime-i şehadeti getirdi" demesi üzerine
Peygamber (s.a.s): "Kalbini yarıp baktın mı?"
diyerek kalbdekine muttali olmanın mümkün olmadığını
bildirmiştir (Ebû Dâvud, Cihad, 95; Ibn Mâce, Fiten, 1).
Hz. Ömer, Medine'de bir cenaze olduğunda Hz. Peygamber
(s.a.s)'den münafıklar hakkında bilgi sahibi olan Huzeyfe b.
Yemân'ı gözetler ve onu cemaat arasında görmezse ölünün
münafık olmasından şüphelenerek cenaze namazına
katılmazdı (Tecrid-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, Ankara
1972, II, 468). Demek ki Hz. Ömer (r.a) da kimsenin kalbini okumuş
değildir.
Netice itibariyle kerâmetin sınırlarını gaybı
bilmek ya da kalb okumak gibi sınırlara kadar genişletmek,
nasslarla bağdaşmayan bir durumdur.
Bu konudaki bir diğer mütalaa Hz. Peygamber bir hadis-i
şerifinde "mü'minin ferasetinden sakının Çünkü o
Allah'ın nuru ile bakar" (Tirmizî, Tefsîru sûre, 15/6).
Âyet-i kerimesinde işaret edildiği gibi, salih bir mü'min
ferasetiyle karşısındakınin bazı
durumlarını sezebilir. Nitekim yolda yürürken bir kadına
bakan bir adam Hz. Osman'ın yanına girince, Hz. Osman (r.a)
"biriniz içeri giriyor ve iki gözünde zina eseri
gözüküyor" der. Bunun üzerine adam "Rasûlullah'dan sonra
bir vahiy mi geliyor yoksa" diye sorar. Hz. Osman "hayır,
ancak mü'minin feraseti vardır" der (Nebhânî, Huccetu'l-lahi
?ale'l-Alemîn, s. 862).
Durum bu noktadan değerlendirilince gaybı bilmenin
sınırlarının iyi belirlenmesi gerekir. Yukarıda
verilen ölçüler çerçevesinde diyebiliriz ki. her hangi bir kimseyi
harikulade olaylar göstermesi nedeniyle, onun veli olduğuna hüküm
veremeyiz. Gösterdiği olağanüstü halin de kerâmet olduğunu
kabul edemeyiz. Önce bu kimsenin Islâm'a bağlılık
derecesine ve Allah'ın şerîatına bağlılık
noktasına bakarız. Hakkında hükmümüzü öyle veririz.
Nitekim herhangi meşru bir sebebe dayanmaksızın keramet
izharına kalkışan kimsenin bu haline iyi gözle bakılmamış
kötü görülmüştür. Halbuki en büyük kerâmet, Allah'ın
şerîatı üzerinde istikamete olmaktır.
Abdullah et Tüsterî (r.a)'nin yanında kerametten söz edildiğinde
şöyle der: "Ne kerâmeti, ne âyeti? Bir takım şeyler
ki, zamanı geliyor, Allah (c.c) vakti geldiği için onları
ortaya çıkarıyor. Fakat kerâmetin en büyüğü bilesiniz
ki, budur: Kendisinde bulunan kötü huylarını, övgüye layık
olan iyi huylarla değiştirmendir." Ebu'l Hasan
Eş-Şâzelî de bu hususta şunları söylüyor:
"Gerçek anlamda Kerâmet: Dosdoğru bir istikametten ibarettir.
Bu istikameti de tam olgunluğa eriştirmektir. Bu ise iki temele
dayanır. Allah'a gerçek manada iman etmekle ve Allah'ın Rasulünün
getirdiklerine zâhirî ve bâtîni manada tabi olmakla sağlanır
Kişiye düşen görev, bunları elde etmek için gayretini
sarfetmesidir. Tek gayesi olmalı, oda bu iki amacı elde etmek.
Fakat, olağanüstü olay anlamında Kerâmete gelince, muhakkık
âlimler nezdinde buna itibar olunmaz. Çünkü bu, kimi zaman istikamette
bir mertebe kazanmış olanın elinde meydana geldiği
gibi, bazan istidrac kabılinden olur."
Ayrıca Allah'ın veli kulları, salih bir kimsenin elinde
meydana gelen keramete veya kerametlere itibar etmezler ve gösterilen bu
kerâmetlerin o kimsenin üstünlüğüne bir delildir, diye de kabul
etmezler. Bu hususta Imam Şafiî şöyle der: "Elinde
kerâmetler zuhûr eden her bir kimsenin velilerden olması gerekmez.
Bu kimselerin, kerâmet göstermeyenlerden daha üstün olduklarının
bir delilidir denilemez, Böyle bir iddia ileri sürülemez. Kerâmet
göstermeyen öyle kimseler var ki, kerâmet gösterenlerden çok
faziletlidirler ve üstündürler. Zira gerçekte kerâmet, bazen
sâhibinin yakînini takviye için ortaya çıkmış olabilir.
O kimsenin doğruluğuna ve faziletine bir kanıt olabilir.
Ancak bu kerâmet o kimsenin efdâl yani en üstünlüğüne bir kanıt
değildir. Zira efdaliyyet yani en üstünlük yakınî anlamda
bir iman ve tam anlamıyla Allah'ı tanımakla mümkündür"
(bk. Abdullah el- Yâfiî Kitabu Neşri'l-Mehâsini'l-Galiyye, s. 119)