Kesif ve keramet
Islâm'da ilham, keşif ve keramet diye bir şey var 
 mıdır? Varsa bunun dinî değeri nedir? Herkeste bulunur mu?
Keramet Allah (cc)'ın velî kullarında görülen, tabiat 
 kanunlarına ve normal hallere aykırı, olağanüstü bir 
 kerem-i ilâhîdir. Velî (evliya), imkân ölçüsünde Allah (cc)'ı 
 ve sıfatlarını tanıyan, O'na itaatte daim olan ve 
 isyandan kaçınan, fakat hiç isyan etmeyen anlamında değil 
 de, tevbe etmedik isyanı bulunmayan; mubah olan lezzet ve 
 şehvetlere dahi düşkünlük göstermeyen, yani bu konuda 
 ihtiyacı olanla yetinip yeme, içme, şehvet vb. ni bir zevk 
 aracı olarak görmeyen kul demektir.(EI-Beycûrî, 
 Serhu-Cevherati't-Tevhid, 153; Ali el-Karî, 
 Şerhu'l-Fıkhı'1-Ekber,113) Yani "velî" ma'sum değildir. 
 Günah işlemesi ve isyanı mümkün ve muhtemeldir. Ancak bu 
 ihtimal onda diğer insanlara göre asgariye inmiştir. Kazara 
 yaptığı bir hatadan da hemen tevbe eder. Haram ve isyanda 
 israr etmez. Böyle olan insanlar da Allah (cc)'ın bir hediyesi ve 
 avansı olmak üzere bir takım olağanüstü haller 
 görülebilir. Bir anda uzak mesafelere varır, ya da oraları görebilirler 
 (tayy-i mekân), aynı anda birden çok yerde görülebilirler (tayy-i 
 zaman), kabirde yatanın kim olduğunu, 
 karşısındakinin ne düşündüğünü bilebilir.(Bu 
 konuyu da delilleriyle birlikte (inşaallah) yazmayı düşünüyoruz) 
 (keşf-i kubûr ve's-sudûr), havada uçar, denizde yürüyebilir... 
 vs. Bunların olmayacağını söylemek naklen mümkün 
 olmadığı gibi aklen de uygun değildir. Bilim böyle peşin 
 bir reddedişi onaylamaz. Her geçen gün -hatta Allah (cc)'a 
 inanmayan insanlarda bile- olağan dışı nice 
 vakıalara rastlanıyor ve bunların bilimsel izahları 
 yapılmaya çalışılıyorken (telepati ve hipnotizma 
 gibi), Allah (cc)'a inandıktan sonra O'nun dostlarını daha 
 büyük olağan üstülüklerle ödüllendirmeyeceğini söylemek 
 gülünç olur.
Kaldı ki, keramet kitap ve sünnetle sabit, tarihen vâki bir 
 olgudur. Allah (cc) insanı çok çok keremli (kerametlere, 
 üstünlüklere mazhar, mükerrem) yarattığını haber 
 verir.(K. Isra, (17) 70) Kur'ân'da zikredilen Meryem kıssası 
 (K. Ali Imrân (3) 37), Ashab-ı Kehf olayı (K. Kehf (18) 9. vd), 
 Hz. Süleyman döneminde Asâfın tahtı uçurması 
 vakası (K. Neml (27) 40 vd.), Hz. Musa devrindeki Bel'am gerçeği...(El- 
 Beycûrî, age.175.) Hep Kur'ân'da anlatılan keramet 
 örneklerindendirler. Hz. Ömer'in hutbe okurken ta uzaklardaki Sâriye'yi 
 görüp ona seslenmesi, askeri taktik vermesi ve sesini ona duyurması 
 sahih tarihi bir vakadır.(el-Beycurî, age.153) Halid b. Velid'in 
 zehir içip etkilenmediği meşhurdur.(Ali el-Karı, 
 Serhu'1-Fıkhîl-Ekber,113) Bu konuda ciltler dolusu müstakil 
 kitaplar yazılmıştır.(Son devir ulemasından Yusuf 
 en-Nebhanî'nin Cami'u-Kerameti'l-Evliyası ile Huccetti'llahi 
 alel-Alemîn adlı eserlerini -her ne kadar çoğu nakilleri 
 tedkike muhtaç ise de -burada örnek olarak zikredebiliriz.) Bütün ehli 
 sünnet alimleri bu konuda ittifak halindedir ve akaid kitaplarının 
 ilgili bölümleri "Kerâmâtü'1- evliyâi hakkun - evliyanın 
 kerametleri hakikattır, sabittir" cümlesi ile başlar.Peygamberlere 
 verilen mucizelerde hiç bir mü'minin şüphesi yoktur. Evliyanın 
 kerametleri de, tâbi oldukları peygamberin mucizelerinin bir parçası 
 olmaları itibari ile mucizelerden destek görür. Yoksa bazılarının 
 zannettiği gibi, kerametin varlığı mucizeye muhalif 
 olmaz. Yani mucize peygamberligi ispat eden delillerden ise, kerametin 
 varlığı kabul edilmesi halinde delil olmaktan çıkar, 
 çünkü mucize gibi olan kerametin de evliyanın peygamber 
 olmasını gerektirir, denemez. Çünkü her veli kerametini o 
 peygambere inandığı için elde etmiştir ve kendi 
 kerameti dahi onun mucizesinin bir parçasıdır. 
 Dolayısıyla her keramet, peygamberin mucizesinin sonuç itibari 
 ile de peygamberliğinin hak ve gerçek olduğunu da gösterir.(Ali 
 el-Kârî, Serhu'1-Fıkhı'1-Ekber,113) Harikuladelik 
 bakımından mucize ile keramet arasında bir fark olmamakla 
 beraber, mucize şu gibi yönlerden kerametten ayrılır. l. 
 Aralarında kaynak ve isimlendirme bakımından bir fark 
 vardır; peygamberden sâdır olana "mucize", veliden sâdır 
 olana da "keramet" adı verilir. 2. Mucize sahibi; 
 mucizesini gizlemez, hatta açıklar ve onunla, davasının 
 doğruluğu konusunda muhaliflerine meydan okur. Keramet sahibi 
 ise kerametini gizlemeye çalışır. Kerameti 
 veliliğinin ispati için bir delil değildir. 3. Mucize sahibinin 
 mucizesi elinden alınmaz, o küfürden ve isyandan masumdur (korunmuştur). 
 Keramet sahibinin hali değişebilir, kerameti elinden 
 alınabilir. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'in de işaret 
 ettiği ve biraz önce adı geçen Bel'am b. Bâ'ura, keramet 
 konusunda başkalarının ulaşamadığı bir 
 dereceye yükselmişken Hz. Musa'ya ihaneti sebebiyle hayatı 
 "sakî" olarak son bulmuştur.(el-Beycûrî, age 175) 4. 
 Kerametin istenmesi de, izhar edilmesi de pek hoş 
 karşılanmamış, hatta kadınlar için hayız 
 hali ne ise evliya için de keramet öyle görülmüş ve 
 gizlenmiştir. Çünkü keramet hedef ve gaye değildir. Az sonra 
 göreceğiniz üzere bir delil olarak da kullanılamaz. Imam 
 Rabbanî, kerametlerin çoğalması hastalığından 
 yergi ile söz ederken, "Oysa bu taifenin başları olan Cüneyd, 
 Seri es-Sakatî vb. gibilerden nakledilen ve keramet denilebilecek ondan 
 fazla olaydan sözedilemez" der. Yine: "Keşif, keramet ve 
 mevâcid (bir takım bulgu ve tezahürler) maksat değildirler. 
 Belki, kendisine zor bir iş verilen çocuğun, o işi 
 bıkmadan sonuna kadar götürebilmesi için, iş esnasında 
 ona verilen incik-boncuk ve oyuncak kabilinden şeylerdir" diye 
 vasıf lar.Ebu Ali el-Cûzcânî bu konuda şunları söyler: 
 "Sen istikamet (dinde dosdoğru olma) iste, keramet isteme. 
 Çünkü nefsin keramet için uğraşmakta, halbuki, Rabbin senden 
 "istikamet" istemektedir." Sûhreverdî de Avârif'inde: 
 "Bu, bu konuda önemli bir kuraldır. Zira nice gayretli âbid 
 insanlar vardır ki, Selef-i salihine keramet ve harikuladeliklerden 
 bir şey verilmedığını duymalarına 
 rağmen, bir parça keramete nail olabilmek için yanıp 
 tutuşurlar, can atarlar. Hatta bu konuda inkisarı kalbe 
 uğrayan, olağanüstü bir hal görmediği için amelinin 
 sihhatinden şüphe edenler bile vardır: Eğer işin 
 sırrını bilselerdi bunu hiç önemsemezlerdi..." diye 
 anlatır. Bunları nakleden Ali el-Kârî de der ki, "Velhasıl, 
 insana şer'i ilimleri bilme yolunun açılması, kainatin 
 gizli yönlerine ait ilmin açılmasından daha iyidir. Üstelik 
 birincinin yokluğu ya da eksikliği dine zarar verir. Oysa ikinci 
 öyle değildir. Hatta olmaması onun için bazan daha yararlıdır..."(Ali 
 el-Kârî, age,114-115) Doğrusu sahabenin tamamından, keramet 
 olarak sahih yollarla nakledilen olayların sayısı, iki elin 
 parmaklarını -hatta bazılarına göre üç vakayı-öte 
 geçmez. Halbuki, sahabenin en küçügü bile sair evliyaullah'tan 
 büyüktür. Bu bile kerametin gaye olmadığını göstermeye 
 yeter. Ancak cahil insanlar büyüklügü "istikamet"te değil 
 de "keramet"te aradıkları için, büyüklerinden 
 habire keramet gözler dururlar. Hatta başka her şeyi unutur ve 
 bu yolda gözlerini bozarlar da normal olayları keramet gibi görmeye 
 başlarlar. Bu da (Allah'u a'lem) bu yolun afetlerindendir ve 
 "şeyhi müritler uçurur" sözünün muhatabı bunlar 
 olsa gerekir. Ilmî kapasiteleri ve düşünebilme güçleri çok dar 
 ve sınırlı olduğundan kerameti kendilerinin 
 anladığı manâda, zahir olmayan mürşidin mürşit 
 olamayacağını zannederler de böyle olan birisini ya 
 terkedip giderler, ya da az önce söylediğimiz "keramet 
 hastalığı"na yakalanırlar."Keşif' ise 
 kerametin bir türü olmaktan başka bir şey değildir. 
 Şöyle tarif edilir: "Sözlükte perdenin kaldırılması 
 demektir. Istilahta ise, fizik perdeşinin ötesindeki gaybî 
 ma'nâlara, gerçek ve var olan işlere muttali olmak, müsahede etmek 
 demektir."(Ibn Arabî (ye nisbet edilen) 
 el-Istilahâtu's-Sufiyye,123) Konumuzla ilgili bir de "ilham" 
 tabiri vardır. "ilham" da yine kerametin bir nevidir ve: 
 "Feyiz yoluyla içe doğan duyuş, kalbe gelen bilgi" 
 diye tarif edilir.(age. 23.)Mes'elemizin bir başka yönü muşahhas 
 (somut, objektif) bir ölçüsü bulunmayan ve keramet cümlesinden sayılabilecek 
 keşif ve ilhamın delil olma gücü ve bağlayıcılığıdır.Tasavvuf 
 sözlüğüne bakarsak sufilerin dışındaki 
 ulemanın ilhamı hiçbir surette delil saymadıklarını 
 görürüz (agk.) Yani ilham yok olan bir şeyi ortaya koymaz, bir 
 davayı ispatlamaz. Zaten ne dört temel şer'i delil (edille-i 
 erbaa: Kitap, sünnet, icma, kıyas), ne de en geniş 
 tutanların kabulü ile diğer şer'i deliller arasında 
 "ilham" diye bir şey vardır. Mustafa Sabri Efendi'nin 
 ifadesi ile: Kelâm kitapları şu anlamdaki cümlelerle başlar: 
 "Ilmin yolları üçtür: Sağlam duyular, doğru haber 
 ve akıl, ilham, ehli hakka göre bilgi yollarından birisi 
 değildir." Ve bu gerçek bir kural haline gelmiştir.(Mustafa 
 Sabri Efendi, mevkifu'1-akl, I/268) Demek "ilham" şer'î 
 delillerden olmadığı gibi, bilgi yollarından da 
 değildir. Mes'ele fıkıh usulu ilminde de konu edilir ve 
 denir ki: "Peygamberin ilhamı vahyin bir kısmı 
 olduğu için hüccettir ve bağlayıcıdır. Ama 
 evliyanın ilhamı öyle değildir. Şeytandan 
 kaynaklanmış ve yanıltıcı olabilir. Bu yüzden 
 onların ilhamı başkaları için hiç bir surette delil 
 oluşturmaz. Kendileri hakkında da ancak şeriate uygun 
 olursa bir delil teskil eder. Muhalif olursa kendileri için de bir 
 şey ifade etmez".(bk. Nuru'1-Envar ve Hasiyesi Kameru'1-Ekmar, 
 N/97-98) Aslında şeriate uygun olması halinde de delil yine 
 şeriatın delilidir. Binaenaleyh ilham o takdirde bile bir delil 
 değildir denebilir. Fıkıhçılarımızın 
 biraz sert ve rasyonalist gibi görünen bu kuralları doğrusu 
 çok isabetli ve çok hikmetli bir tespittir. Gerçi ilhamın 
 sadık olanı ve veralardan ilahî bilgiler hûzmeleri taşıyanı 
 elbette vardır. Ilham diye bir şey varsa bunun böyle olmaması 
 zaten mümkün değildir. Ama o sahibinin sağlam şer'i 
 bilgilerine -tabir caizse- bir tuz lezzeti, bir itminan ve bir 
 ferahlık vermekten öte geçmemelidir. Aksi takdirde şeriat 
 bilgilerine lezzeti tamamlayan tuz yerine sap da 
 karıştırılabilir ve şeriat sofrası ifsad 
 edilebilir. Elini fizik aleminin verasına uzatmayı 
 başarabilen herkes, sap ile tuzu birbirinden ayırmayı 
 başaramayabilir de. Çünkü evliya masum değildir ve 
 şeytanın etki alanından,çıkarılmamıştır.Netice 
 olarak: "Velînin başkasını kendi ilhamına çağırması, 
 kendi ilhamına göre davranmasını istemesi ve sahih olarak 
 ictihad eden bir müctehidi-kendi ilhamı ile onun içtihadının 
 hata olduğunu bilmiş olsa dahi- ictihadı ile amel etmekten 
 alıkoymak istemesi caiz olmaz".(Muhammed Abdulhalim el-Lüknevî, 
 Kameru'1-Akmâr, N/98) Mustafa Sabri Efendi'nin şu ifadesi bunun 
 sebebini açıklamaya yeter: "Çünkü akıl, Allah 
 (cc)'ın kanunu ve insan katında O'nun resmî sefiri olmakla, 
 Allah (cc)'tan gelecek ilhamın ilk ve tabiî uğrak yeridir. 
 Tasavvufla elde edilen ilham ise özel bir ihamdır. Elbette Allah 
 (cc)'ın ilhamı, kendisine muhalif olacak olan özel ilhama 
 tercih edilecektir. Bunun anlamı şudur: (Naslara bağlı 
 akla) muhalif olan ilham değildir..."(M. Sabri, age, 
 I/264)Konumuz hakkında belki de en güzel ölçüyü Imam Rabbani 
 verir. Çünkü kendisi, yine kendi ifadesi ile hem "zahir 
 ilimler" hem de "batın ilimler"de 
 otoriterdir."Salikin (tasavvuf yoluna girenin), işin künhüne 
 ulaşıncaya kadar, Hak ehli alimleri taklid etmesi, bunu kendisi 
 için gerekli görmesi, keşfine ve ilhamına da muhalefet etmesi 
 (itibar etmesi) gerekir. Bu konuda alimlerin haklı olduğunu, 
 kendisinin ise hata ettiğini kabullenmelidir. Çünkü alimlerin 
 dayanağı, vahiy ile desteklenen, hata ve yanlıştan 
 korunan peygamberlerdir. Onun kesfi ve ilhamı sabit hükümlere 
 muhalif olması halinde hatadır yanlıştır. 
 Binaenaleyh, kesfi alimlerin görüşlerinden önde tutmak, gerçekte 
 onun Allah (cc)'ın indirdiği kesin hükümlere tercih etmek 
 demektir ki bu, hûsranının ve sapıklığın ta 
 kendisidir."(Imam Rabbanî, Mektubât. No:186 (1/313); M. Sabri 
 Efendi, age, I/265)"Bazı meşayihten (ks) galebe ve sekir 
 halinde sadır olan ve isabetli ehli hakkın görüşlerine 
 muhalif bulunan bazı bilgi ve ilimlerin kaynağı keşif 
 olduğu için onlar bunda mazurdurlar. Kıyamet Günü bu muhalif 
 davranışlarından ötürü muaheze edilmezler diye umarız. 
 Hatta -Inşaallah-hata eden müctehid muamelesi görür ve bir de 
 sevap alırlar diye düşünürüz. Hakk ve doğru ise, ehli 
 hak alimlerin yönündedir. Allah (cc) gayretlerini makbul buyursun. Zira 
 alimlerin ilimleri, kesin vahiy ile desteklenen Peygamberlik miskatından 
 süzülme ve alınmadır. Sufilerin bilgilerinin kaynağı 
 ise, hatanın yol bulabileceği keşif ve ilhamdan ibarettir. 
 Keşif ve ilhamın sahih olduklarının belirtisi, ehli sünnet 
 vel-cemaat alimlerinin ilimlerine uygunluklarıdır. Buna göre eğer 
 -bir tüy kadar dahi- farklılık söz konusu olursa isabet 
 (savab) çemberinden çikılmış demektir. Işte 
 doğru ilim ve açık gerçek budur."(Imam Rabbânî, age. 
 No:112 (I/116)).




 e-posta adresimize mail atabilirsiniz.
 e-posta adresimize mail atabilirsiniz.